Yıldızlara Bakıp İkilem Görmek (“Gittim, Döneceğim”)
Bu gün resmi olarak doktora çalışmalarımın son yüz metresine girdim. Bundan böyle çok çok yoğun olacağım ve bir süreliğine ne bu günlüğe yazma, ne Twitter hesabım dışında kalan İnternet mecralarında boy gösterme, ne de laboratuvardan çıkıp dışarılarda haytalık yapma şansım olacak.
İşte tam da bu yüzden geçtiğimiz hafta sonu yanıma hayali arkadaşlarımdan birisini alıp kampa gittim (bu arkadaş herhangi biriniz olabilirdi). Gittim ki, daha sonra “keşke vaktim varken son bir kez kampa gitseymişim” demeyeyim. Yine bu yüzden şu anda bu günlük girdisini yazıyorum. Yazıyorum ki, daha sonra “keşke bu yoğunluk başlamadan önce son bir kez günlüğe bir yazı yazsaymışım” demeyeyim.
***
Kamp yapmak için bir öncekinde Duygu ile gittiğimiz ve New Orleans’a 3.5 saat uzaklıkta olan Kincaid Gölü’ne gittim. Gölün çevresini saran orman içerisinde ilkel kamp (primitive camping) için son derece uygun, sessiz-sakin yerler var. Geçen sefer ne kadar yeşildiyse, bu kez o denli kahverengi idi her yer. Fakat bu durum moralimizi bozmadığı gibi kendimizi daha da ait hissetmemize vesile oldu.
Olay mahalline vardıktan kısa bir süre sonra çadır ve hamak görev yerlerinde mevzilenmiş, ateş yakılacak bölge tespit edilmişti.
Ne zaman kampa gitsem ateş yakmak için çalı çırpı toplamak vaktimin büyük bir kısmına tekabül ettiğinden kelli bu sefer yoldan yakmak için odun alma akıllılığını gösterdim. Fakat akıllı da olsam en nihayetinde bir Meren olduğum için “dur ben bunları sonra yakarım, önce biraz çalı çırpı yakayım” diyerek satın alıp oralara kadar taşıdığım odunları yakamamayı ve kendilerini gerisin geriye arabanın bagajında eve taşımayı çok güzel becerdim.
Kendimin “k_ampa gidiyorsun, biraz insaflı ol_” serzenişlerine aldırmadan kampa 7-8 adet makale getirmiş olmam bence inekliğimin vahametini gözler önüne seriyordu. Planlarım son derece vasattı: ormanın sükûneti eşliğinde kendilerini ateşin karşısında okuyacak, belki çok nazik birisi olduğum için hayali arkadaşımın ayaklarıma masaj yapmasına müsaade edecektim.
Yemek işi de tamamdı. Balık tutmayı sular seller gibi öğrendiğim ve hemen yanı başımda kocaman bir göl olacağını bildiğim için yolda gelirken ne yiyeceğimi biliyordum. Bir şekilde fotoğrafların hiçbirisinde görünmeyen fakat nedense orada her an benimle olduğuna inanmanızı istediğim hayali arkadaşımın gölde başlarına geleceklerden habersiz yüzen balıklara son bir gece daha vermemiz gerektiği yönündeki ricalarını kıramadığım için ilk günü yolda gelirken aldığım ufak tefek şeyler ve meyve ile geçiştirdim. Fakat yarın kimse beni tutamayacak, bense oltayı her savuruşumda bir balık tutacaktım.
***
Ertesi gün kalktıktan bir süre sonra göle doğru yola düştüm. Omuzuma asılı fotoğraf makinesinin bacağıma çarparak çektiğini tahmin ettiğim, varlığından eve gelip fotoğraflara bakarken haberdar olduğum aşağıdaki fotoğraf yola düşmüş olan beni gösteriyor:
Küçük bir not düşmeden geçmek istemiyorum: Göle doğru giderken Atta ve Acromyrmex cinslerine dağılmış olan ve endemik olarak ABD’dnin Güney’inde de yaşayan yaprak kesici karıncaların kolonilerine rastlamak beni çok sevindirdi. Zira ABD’nin Kuzey kesimlerine doğru hızla yayılan ateş karıncaları yoluna çıkan bu endemik karınca türlerini tek tek yok ediyor (bu ateş karıncası denen haysiyetsizler neredeyse beni bile yok ediyorlar, buncağızlar nasıl dayansın).
Göle vardığımda balık tutan başka birilerinin olduğunu görüp sevindim. Nitekim onların tuttukları balıklar bizim tutacağımız balıkların teminatıdırlardı (biz balıkçılar böyleyizdir işte, hep kollarız birbirimizi (kedi canımızı bizim)).
Fakat pek öyle olmadı.
Bir tane dahi balık tutamadım ve bir süre sonra yenilgiyi kabul ederek denemeyi bıraktım. Sorun değildi. En nihayetinde önemli olan katılmaktı (“Hüsnü abi, o gün gelip iskelede bir saat oturan eleman var ya, adama artık nasıl koyduysa günlüğüne ‘önemli olan katlımaktı’ filan yazmış ya ahaha“. “Hangi eleman?“. “Eleman? Ne elemanı?“. “Ha? Ne?“).
Neyse ki her ihtimale karşı tedarikli gelmiştim. Balık tutamamış olmanın utancını ve hüznünü bir tane kendim bir tane de bu kamp macerasında bana eşlik eden hayali arkadaşım için hazırladığım -ayıptır söylemesi- sosisli sandviçler ile bertaraf ettim. O yokluk içerisinde her şey çok lezzetli olduğu için bu vejeteryan sosisleri bile afiyetle yedim.
***
Sistemin yüzü suyu hürmetine istiflendiğimiz şehrin dışında, gece elbette bambaşka.
Böyle geceler beni çeşitli ikilemlere sürüklüyor. Mesela bu huzur anlarında üstümün başımın pisliğine ve kendimin o toz toprağa bulanmış hali ile barışıklığına bakıp aslında nereye ait olduğum konusunda tereddüte düşüyorum. Ya da misal, bir çadır, bir uyku tulumu ve hayali bir arkadaşın yetip de arttığını gördükten sonra kendimi sahip olduğum onca yayıntının aslında bir anlamı olduğuna inandırmakta güçlük çekiyorum. Örneğin bir sonraki gecenin yine böyle olacağını bile bile bu gecenin sabahında eşyalarımı toplayıp şehre dönmemin sebebinin ne olduğunu, bunu kimin için yaptığımı kendime açıklamakta güçlük çekiyorum. Vesaire. Belki siz şehir yaşantısını da insan evriminin bir parçası olarak görüp içselleştirmişsinizdir, bana durup sizi tebrik etmek düşer: ilk değilsiniz, fakat ben de tek değilim.
Kendini bir süreliğine de olsa doğanın kollarına bırakan insan tüm vaktini “yaşamak” eylemine harcıyor gibi geliyor bana. Şehrin içimize işlediği hayat anlayışının en az prim verdiği uğraş ise yaşamak neredeyse. Kafa hep boş işlerle meşgul. Çünkü kimi hedefler peşinde koşup, kimi başarılar ile tatmin olup, fazla ayak bağı olmadan efendi gibi ölüp gitmemiz gerekli. Kimsenin bizimle uğraşacak vakti yok.
İnsanlara tavsiye verecek pozisyonda görmüyorum kendimi. Fakat verecek olsam arada bir elektronik zımbırtılarını bir kenara bırakıp özleri ile bir miktar da olsa yakınlaşabilecekleri bir yere gidip çadırlarını kurmalarını tavsiye ederdim. Zira yaşam deneyiminin çok temel ve bir o kadar ince tatminleri, bize biçilen hayatın hoparlörlerinin sesini bir türlü bastıramıyor bence. Arada bir her şeyi kısıp biraz da onları dinlemek gerekli. Hee, kampa giderken bile yanında bir tomar makale ile git, sonra yok şehir, yok hoparlör, yok sükûnet .. çakal seni. Ya tamam işte siz daha iyisini yapın. Bak bak, kendisini tavsiye verecek pozisyonda görmeyene bak. Lan.
Dinlenmek için gidip soru işaretleri ile dönmek filan; kamp olayı biraz tehlikeli aslında.
***
Küçükken boğazım her şiştiğinde “neden boğazım her şiştiğinde ‘boğazım iyi iken keşke daha çok yutkunsaymışım’ diye düşünüyorum acaba” diye düşündüğüm günler belki de hayata dair örüntüleri gözlemlemeye başladığım ilk zamanlardı. Gerçekten bazı şeyler var, durup düşündüğümüzde idrak edebildiğimiz bir sistematiğe istinaden tekerrür edişlerini gözlemliyoruz. Misal, bir şeylerin varlığını öyle kanıksamak ki onlara sahipken kendilerinin kıymetlerini kestirememek gibi. Bence bu örüntü varlığını insanın aklının biraz geriden geliyor olmasına borçlu, ama bu sefer bu konuda şeytanın bacağını kırdığımı düşünüyorum (kırılmadıysa da epey acımıştır, bir-iki gün topallar bence). Geçici bir süreliğine sessizliğe gömülmeden evvel son bir kez kampa gittim örneğin. Şimdi de oturmuş, hâlâ vaktim varken son günlük yazımı yazıyor, efendi gibi “görüşmek üzere” diyorum: görüşmek üzere. Görüşürüz, bol şans Meren. Çok teşekkür ederim. Dönünce yaz gene tamam mı?. Tamam :)