Artvin bir istisna. İnanmazsınız, her gün en az bir kez hatırlayıp özlemle anıyorum Artvin’i. Çok şehirden ayrıldım ben (sırf ortaokul yaşantım iki, lise yaşantım ise üç değişik şehirde geçti). Fakat Artvin dışında hiçbir şehirle aramda Artvin’le olduğu türden bir bağ hasıl olmadı. Şehirleri yaşayan insanlar ile karşılaştığında kıskananlardan, ayrılırken dönüp yüzüne dahi bakmadığı şehirlerin affına sığınanlardanım ben.

Doktoranın bitiminin ardından yelkenleri açmak vakti gelip çattığında hüzünlenir gibi olduğumu fark edince, elin New Orleans’ının taş kalbime bir çentik atmayı başarmış olduğunu fark ettim. Yıl 2011 olmuştu ve görünen o ki özlediğim tek şehrin Artvin olduğu günlerin sonuna gelmiştik. İçinde New Orleans geçen çok yazı yazdım bu günlükte. Fakat bu işin sonunda içinden New Orleans geçmiş bir insan olmanın böyle bir şey olduğunu bileydim, daha da çok yazardım.

Bu bu günden 2 ay öncesi, bavulumu arabaya atıp Kuzey’e doğru 2500 kilometrelik bir yolculuğa çıkmadan dakikalar önce New Orleans’taki evim:

Fotoğraftaki aslında benim değil babamın bavulu. Babam bundan 25 yıl önce uzak bir yerlerden geri döndüğünde elinde bu bavul vardı. Hiç unutmam, içinden bana hediye olarak bir adet Casio hesap makinesi çıkmıştı. Şimdi nereye gitsem yanımda götürüyorum. 25 yıl çeyrek asır bu arada. O kadar olmuş yani. Peh.

***

New Orleans’tan kalkıp geldiğim Woods Hole, ABD’nin Massachusetts isimli eyaletinde, WHOI ve şu anda çalışmakta olduğum MBL gibi enstitülere ev sahipliği yapan, Boston’a 1½ saat uzaklıktaki küçücük bir kasaba. Bu kasabada ne işim olduğu elbette tamamen bir raslantı. Doktoramın ikinci yarısında ilgi duymaya başladığım mikrobiyoloji ve ekoloji tüm benliğimi yavaş yavaş ele geçirirken, Duygu MBL’den gelen bir iş ilanını bana iletir (iş ilanında MBL’deki bir kadın domates yapraklarının üzerindeki mikrobiyal canlıların oluşturduğu toplulukların dinamiklerini, mikrobiyal topluluğu oluşturan *bireyler* seviyesinde inceleyeceği bir araştırma için doktora sonrası araştırmacı aramaktadır). Meren şakasına başvurur, iş ciddiye biner, olaylar gelişir ve hadise bu noktaya kadar gelir.

Bendeniz kişisi hayatı bir kurabiye canavarı ciddiyetinde yaşayan bir şahsiyet olduğu için yolculuk vakti gelip çattığında “amaaan, bulunur bir şey yea” diyerek bavulunu kaptığı gibi Woods Hole’a doğru yola düşmüş, hem çok turistik, hem çok küçük, hem de çok pahalı bir yere vardığını, dolayısıyla yaz aylarında ev bulmanın çok uzun sürebileceğini ise acı bir şekilde öğrenmişti.

Evet. Woods Hole’a vardıktan sonra anladığım ilk şey maddi külfetinin altından kalkabileceğim seviyede kiralık bir ev bulmamın neredeyse imkansız olduğu gerçeği olmuştu (“k_eşke gelmeden önce İnternet’ten filan biraz bakınsaymışım_” diye üzülüp biraz olsun akıllanma fırsatını ise, çadırımı yakınlardaki bir kamp alanına kurup günümü gün etmeye karar vererek geri teptim). MBL’de işe başlamama birkaç gün kala ev konusunda halen bir gelişme yoktu.

Bununla beraber şansım sürpriz bir şekilde yaver gidince istesem de ayarlayamayacağım bir şey oldu: çok tatlı birisi bana bir grup insanın komün yaşantısı sürdüğü büyük bir evde bir “oda” bulmuştu. Gidip eve bakma, ev sahibi ile tanışma, taşınmaya karar verme ve taşınma işleri sadece birkaç saat sürdü.

Evde benim dışımda 6 insan ve 3 köpek yaşıyor. Evin sahibi ve aynı zamanda sakinlerinden birisi olan kişi bütün gününü dikiş makinesinin başında geçiren, kendi birasını imal eden, arı kovanları ile uğraşan, hayat dolu ve son derece enteresan bir Adile Naşit varyasyonu. Evin sakinlerinden bir diğeri ise iki haftadır aynı evde yaşamamıza ve her akşam telefonda birileri ile car car konuştuğunu duymama rağmen benimle bir kelime dahi konuşmamış olan orta yaşlı bir ressam amca (Adile teyzenin dediğine göre insanlara alışması zaman alıyormuş (benim de insanlara sinir olmam zaman alıyor, muhtemelen o konuşmaya hazır olduğunda ben de konuşmama kıvamına gelmiş olacağım, haberi yok)).

Bu iki egzantrik kişilik dışında dört tane de genç var ortamda (bir ekolog, bir psikiyatrist, bir yunus/balina doktoru, bir tane de ne yaptığını henüz çözemediğim şeker bir abla). Herkesin kendi odası var, ve üç katlı evin çeşitli yaşam alanları ortak. Çok eski olan ve her tarafı dökülmekte olan ev bana eski Türk filmlerindeki aile evlerini hatırlatıyor.

İçi bile eski Türk fimi evleri gibi. Aşağıdaki fotoğraf evde kimsenin kullanmadığı bir salon mesela. İçi oradan buradan toplanıp bir araya getirilmiş, birbiri ile uyumsuz, ve istisnasız bir şekilde hepsi dökülmekte olan mobilyalarla dolu (tam bir Wabi-Sabi odası). Hiçbir zaman ne maddi ne de manevi olarak bir parçası olmadığım zengin zümrenin çoğunluğunu teşkil ettiği bir beldenin en fakir evinde, ve birisi tonton, diğeri sosyopat bir ton insanla beraber yaşadığım için çok mutluyum açıkçası.

Evin çok büyük bir arka bahçesi var. Hatta bahçenin bir kısmı evin sakinlerinin bir şeyler ekip biçmek için hazırladıkları bir tarlaya da ev sahipliği yapıyor.

Tarlanın en büyük problemlerden birisi ise, son yıllarda kümes hayvanlarına merak salan bölge halkının yörenin doğal sakinlerinden olan tilkileri bir tehdit olarak görüp öldürmeye başlamasının arından sayılarında büyük bir patlama yaşanmakta olan tavşan heyvanlarının buldukları her bitkiyi talan ediyor olmaları. Tarlanın etrafını koruyan tellerin altını üstünü eşeleyip giriyorlar içeriye. Ortamda o kadar çok tavşan var ki, bisiklet sürerken filan bir tavşanı ezme riskinin varlığını sadece birkaç gün içinde keşfettim. iPhone kullanmayı beceren 2000li yılların insanların kafalarının ekolojiye bir türlü basmıyor olması gerçekten çok enteresan.

Bu arada evin bahçesinin sonunda şöyle bir kapı var:

Yüzüklerin efendisinde Shire’ın dışına çıkmamış hobitler gibi önüne kadar gidip gidip geri dönüyorum.

***

80’li yılların çocuklarının küçüklük yıllarını arkadaşlarının bisikletlerine bakıp iç geçiren gillerinden olduğumdan olsa gerek, bisikletlere dair acayip bir zaafım var benim. Kaldığım evin çalıştığım enstitüye olan uzaklığı tam böyle bisiklet sürmelik bir mesafe. Çok güzel bisiklet yolları filan da var. Bu yüzden gelir gelmez hiç düşünmeden bir bisiklet almaya karar verdim. Hiç düşünmeden karar verdim, fakat son derece obsesif bir insan olduğum sonrasında “hangi bisikleti alsam acep” diye çok düşündüm… Günlerce eleştiri yazısı okuduktan sonra bir tur / yol bisikleti kırması olan Novara – Safari’de karar kıldım:

Yaklaşık 20 dakika süren bisiklet yolculuğum epey manzaralı.

Evden çıktıktan 2 dakika sonra şuradayım:

Gitmeye çalıştığım yer ise aşağıdaki fotoğrafta sahil şeridinin görünen en son kısmı:

Bu bölgenin Güney’den gelmiş sıcakkanlı birisi için yılın sadece iki-üç ayı paltosuz dayanılabilecek kadar ısınıyor olması, bu manzaralı yolların çok yakında beni acımasız rüzgarların tokatladığı birer korku filmi setine dönüşeceği gerçeğine gebe. Bu günlerde “şu güzel ortamı bozmayalım panpacığım” refleksi ile bu gerçeği görmezden geliyor olsam da, içten içe epey endişeliyim açıkçası. Yıl boyunca bisiklet sürmek gibi bir planım var ve okurlar arasındaki usta bisikletçilerin soğuk havalarda ne tür giysiler giydiklerine dair önerilerini beklerim.

***

Sahil yolu aşağıdaki gibi evlerle dolu. Bu evlere baktığımda garip bir şekilde sinirleniyorum. Bence kimse bu tür bir eve hayatı boyunca sahip olma lüksüne sahip olmamalı. Bu dünya benim olsa idi bu evler dünyanın yaşlılarına ait olurdu. Devremülk usulü.

Woods Hole epey bisiklet dostu bir yer. Bisiklet yolunda neredeyse hiçbir zaman yalnız değilim.

Aşağıdaki fotoğraf da ellerini bırakabilecek kadar iyi bir bisikletçi, o halde fotoğraf çekebilecek kadar iyi bir fotoğrafçı olduğumu göstermek için (şu gezegende çeyrek asırı devireli 0.06 asır oluyor, hayatım hala böyle eften püften hadiselerin peşinden koşmakla geçiyor):

***

Woods Hole’un hemen girişinde, uzun vadede favori mekanlarımdan birisi olacağını tahmin ettiğim bir kahvehane var (bu fotoğrafı da vizörden bakmadan çekmiştim, dikkatinizi çekerim (ufuk çizgisi birazcık eğri olmuş, ama ufuk görünmediği için ispatlayamazsınız diye göndermekte sakınca görmedim, saygılar)):

Yukarıdaki fotoğraftan bir dakika sonra ise nihayet 123 yaşındaki küçük ve mütevazı enstitümün girişindeyim (nedense bu gün ters ışık tarafımdan kalkmışım):

Üçüncü kattaki Karşılaştırmalı Moleküler Biyoloji ve Evrim Merkezi’nin Biyoçeşitlilik Grubu’na ait olan ofisindeki masam New Orleans’taki çalışma ortamıma kıyasla epey sakin:

Lakin ayağa kalkınca ofisi penceresinden güzeller güzeli Yılan Balığı Göleti’ni görmek de bir ihtimal:

Kendimi yanında küçücük hissettiğim insanlarla çalışıyorum. Ne kadar uyum sağlayabileceğim konusunda henüz bir fikrim yok. Birbirimizden sıkılmadığımız taktirde önümüzdeki birkaç yılı geçireceğim yer burası olacak gibi görünüyor. Bol şans Meren. Çok teşekkür ederim. Olmaz ya, yolunuz düşerse haber edin, süper bir kahveci biliyorum. Peki.

Not: Woods Hole hakkında hep güzel şeyler söylemişim gibi olmuş. Fotoğraflara aldanmamanız için madalyonun diğer yüzünden de bahsedeyim: Burası son derece izole bir mekan. Sadece 3 tane lokanta var misal (ve üçü de ateş pahası). Saat 4 olunca her yer kapanıyor. Alışveriş yapılabilecek mekan bulmak bile büyük dert. Okyanusun kenarcığında olduğu için hava -çok afedersiniz- bir öyle bir böyle. Günlerim “aa ne güzel hava güneşli ve evet çok yağmurluymuş da ve bu arada gök çok güzel yırtıldı bence ve o şimşekler çok da güzel iyi oldu bu rüzgarla birleşince ve hava ne güzel güneşli filan bak ben yerim ki onu saygılar havacığım” filan şeklinde geçiyor. Yakınlarda olan iki büyük şehir Boston ve Providence, ikisine de gidiş geliş asgari 3 saat. Herkes ‘beyaz’, zerre kadar kültürel çeşitlilik yok. Üstüne üstlük Woods Hole’da turist olmayan nüfus 900. Kışın da bu nüfus yarıya düşüyormuş. Dolayısıyla kültürel çeşitlilik olmadığı gibi sosyal aktivite de beklemek delilik. Burası tam bir inzivaya çekilme yeri bu bağlamda. Benim ruhum yaşlı olduğu için bir sorun yok, ama fotoğraflara bakıp “aa ne güzel yermiş” diye buralara yerleşmeye kalkacak gençlerin hayatını karartmayayım dedim.