2011 Falmouth Koşusu
Bugün nüufusu 900 kişi olan Woods Hole köyümüzde 30.000’den fazla kişi vardı. Bunca muhteremin sebeb-i ziyareti ise, Falmouth Koşusu olarak bilinen ve her yıl tekrarlanan meşhur 11.5 kilometrelik yarış. Çok büyük bir ödül filan yok aslında, birinci olan 10.000 dolar alıyor, fakat prestijli bir yarış olacak ki dünyanın dört bir yanından koşucular geliyormuş.
Neyse. Normalde bu tip etkinliklere dair halet-i ruhiyem “ses etmesinler başka ihsan istemem” mukabilinden olduğu için bu Pazar gününü de bilgisayar başında geçirmeyi düşünüyordum. Fakat aynen 2010 yılındaki Superbowl hadisesinde olduğu gibi, son anda yarışın yapılacağı yere gitmeye ve fotoğraf çekerek etkinliğin bir parçası olmaya karar verdim. Çektiğim 200’e yakın fotoğrafı koşu organizasyonuna bağışlayacağım. Fotoğrafların büyük bir kısmı sadece fotoğraftaki kişiler için kıymet arz eden fotoğraflar (adamlar, kadınlar pata pata koşuyor işte, görecek pek bir şey yok). Fakat içlerinden birkaç tanesini de buraya koyayım, arşiv olsun dedim.
***
Aşağıdaki bina MBL’in benim de içinde çalıştığım Lillie Laboratuvarı binası. Fotoğraf makinemi Cuma günü lab’da bıraktığım için, fotoğraf çekmem ancak binaya girip makinemi aldıktan sonra mümkün olacaktı. Bisikletle evden MBL’e doğru giderken kendi kendime “ne olacak, iki dakika bisikleti aşağıda bırakır, yukarıdan makineyi alır gelirim” diyordum. Girişte bunca insanı görünce yaşadığım şoku unutmayayım diye, uzun bir sürüncemenin ardından makinemi almayı başardıktan sonra geri dönüp bu kalabalığın bir fotoğrafını çekmek istedim. Bu kalabalık geriye doğru neredeyse bir kilometre boyunca gidiyor böyle. Anormal. Fotoğraf makinesine ulaşır ulaşmaz orayı olanca hızımla terk etmem gerktiğini anladım. Yoksa onlar koşmaya başlayınca ben de koşmaya başlamış sayılacaktım.
Koşu fotoğraflamak son derece ciddi bir lojistik planlama gerektiren bir hadise imiş. “Basın konvoyu” içerisinde olmayan bir fotoğrafçının bu kalabalıkta olması gereken yere ulaşması filan gerçekten zor.
Mesela aşağıdaki fotoğrafı çektiğim noktada kendimi bisikletim ile beraber START yazan başlangıç noktasının öbür tarafına geçirmem gerekli idi. Çünkü yarış başlayacak, fotoğraflar çekeceğim, sonra bisikletle birkaç kilometre gidip yorulmaya başladıkları yerde pusu kurup bir daha çekeceğim filan. Çok çakalım (ama lojistiğim zayıf). Bir şekilde üstesinden geldim, fakat detaylar ayrı bir günlük yazısını hak ediyor yani, o derece. Bu yüzden hiç girmeyeceğim.
Amerika’da fiziksel engellilere gösterilen saygı ve nezaketin hastasıyım gerçekten. Bununla beraber engellilere gösterilen ilginin bir toplumun her şeyinden çok refah seviyesi ile ilgili olduğuna dair inancım Amerikalılara buradan bir paye verip vermeme konusunda tereddüt etmeme sebep oluyor. Fakat her koşulda aferin yani. Misal, bu yarışın da bir fiziksel engelliler ayağı vardı, ve herkesin ardından başlamak ya da saçma sapan tali bir parkurda yarışmak yerine fiziksel engelliler ana yarıştan 20 dakika önce başladılar.
Yukarıdaki fotoğraftan varlıklarını fark edebileceğiniz son derece iddialı sporcuların yanında, bu işi yaşama ve yarışma ruhuna saygı motivasyonu ile yapanlar da vardı. O tekerlekli sandalyeyi arkadan iten amcayı öperim ben.
Bu noktada ana yarışmanın başlamasına henüz 20 dakika olduğu için, bu ekibi bisikletimle bir süre takip ettim. Büyük bir yokuşu çıkarlarken son bir fotoğraflarını çekip geri döndüm.
***
Geri döndüğümde asıl yarışın son hazırlıkları yapılıyordu ve ön saflar olay yerine Amerikalı abilerimiz ve ablalarımızın beyaz kıçlarını tekmelemek için iştirak etmiş olan Kenyalı ve Etiyopyalı “elit koşucu” kardeşlerimiz tarafından tutulmaya başlamıştı.
Hakemlerin işareti ile ilk grup saat 10:10’da koşmaya başladı.
Cılız bir ıslık sesi duyup arkama dönmemle fark ettiğim bir grup izleyiciyinin bana “fotoğrafçı olacaksın bir de, hale bak” der gibi baktıklarını görünce halimden hicap duydum. Aile babası gibi yol kenarlarından fotoğraf çekmek bana yakışmazdı. Fakat otellerin, barların balkonlarından fotoğraf çekmek için izin alma konusunda talihsiz olduğumu bildiğim için gidip de kimselerden izin almaya niyetim yoktu (zaten vakit de yoktu, ikinci grup birkaç dakikaya koşmaya başlayacaktı).
Az ilerde yol kenarındaki motele ıslık çala çala girip, sanki ne yaptığımı çok iyi biliyormuşum gibi üst kata çıkıp, bulduğum ilk boşluktan belime kadar dışarı eğildiğimde “tamam yahu, perspektif budur, ikinci grup koşucular başlayıp buraya kadar geldiklerinde manzara harika olacak” diye düşündüm.
Fakat beklediğim kadar olmadı (ama olsundu):
Şimdi muazzam bir performans gösterip, bisiklet yolundan 7 kilometre gidip, bisiklet yolu ile koşucuların kullandığı yolun kesiştiği noktaya koşunun liderinden önce varmalı idim.
Bisikletimle arka yollardan bisiklet yoluna çıkıp var gücümle pedal çevirdim. Koşucularla bisiklet yolunun kesiştiği yere öyle bir zamanlama ile vardım ki, bisikleti bir kenara atıp fotoğraf makinesini doğrultup çektiğim ilk fotoğraf koşunun liderleri idi (eğer on saniye gecikse idim kaçıracaktım kendilerini) (bu arada haberlerden gördüğüm kadarı ile koşuyu da soldaki abimiz kazanmış) (gördüğünüz gibi burada bir on santim kadar geride, şüphesiz burada çıkarılmayı bekleyen önemli bir ders vardır (fakat ben çıkarmayacağım, dileyenler kendileri çıkarabilirler)):
Bu arada önden giden koşucuların çok büyük bir kısmı adımlarını atarlarken ayaklarının yere ilk değen kısmı topuk kısımları değil, ön kısımları idi. Belki bir kısmınızın bildiği gibi, son yıllarda yapılan araştırmalar, kullandığımız ayakkabı teknolojisini, insan vücudunun optimum koşu performansı ve esnekliği için uygun olmadığını gösteriyorlar. Normalde koşarken ayağın yere ilk temas etmesi gereken kısmı onlarca kemik ve kas ile yer ile ayağın buluşması esnasındaki darbeyi sübvanse edebilecek kapasite ve esnekliğe sahip olan ‘ön kısmı’. Topuk değil. Aşağıdaki gibi koşan insanları gördükçe “ben bunları Arpat’a göstermez miyim” diye çok söylendim (Arpat ‘doğru koşu’ metodunun ateşli bir icracısı ve beni her gördüğünde koşarken topuğumu kullanamayayım diye bana altı kağıttan yapılmış ayakkabılardan aldırmaya çalışıyor):
Bu koşu esnasında hep olimpiyatlarda filan gördüğümüz sporcu kardeşlerimizin “geçerayak su alıp yarısını içip yarısını yerlere dökme” seremonisine de şahit olmayı başardım. Gönüllüler yol kenarında kurulmuş masalar üzerine konan su bardaklarını alıp koşucuların kolayca alabilecekleri şekilde uzatıyorlar. Ya ne olacağıdı. Tamam be. Allalla. Ama beni çok şaşırtan bir şey de oldu, böyle ukalalık yapacaksanız söylemeyeyim. Söyleme. Tamam söylüyorum. Söylem.._Her geçen sporcu su uzatanlara “_teşekkürler” diyordu böyle. Fakat her an onlarcası geçtiği için teşekkürlerin ardı arkası kesilmiyordu. Bir an çok duygulandım. Bör ön çök döygölöndöm. Pfft.
Ben olsam bardağımı da yanımda götürürdüm. İnsanlar çok vefasız.
Kilometrelerce uzunluktaki parkurun hemen her noktasında koşanları alkışlayan, onlara moral veren insanlar vardı. Bir ara “hadi dostum, harikasın, çok az kaldı” filan diye koşanlara tezahürat edenlerin yanında dikilip “hey, evet sen, yarım saattir buradayım ve senden önce bir 5.000 kişi filan geçti :(” diyerek merenlik yapmak istemedim değil.
Bu arada ALS ve kanser gibi hastalıklarla savaş için koşan çok fazla insan gördüm (bunlar ya bizzat bu hastalıklarla savaşan, ya bu hastalıklar konusunda bilinç oluşturmaya çalışan ya da insanları bu hastalıklara karşı mücadele eden enstitüleri desteklemeye çağıran insanlardı). İnsanların azminden etkilenmedim değil.
Bir ara aşağıdaki fotoğrafçıyı görüp fotoğrafını çektim, sonra kendisine “e-posta adresini ver, fotoğrafını göndereyim” dedim, pek sevindi:
Bu da böyle bir anımdır.
Seneye burada olursam bu koşu üzerine daha ciddi bir proje düşüneceğim (mesela içinde bir koşucu olarak yer almak olabilir).