Geçen hafta 3 günlüğüne New Orleans’a gittim ben. Tek başıma böyle. Buradakilere gidiyorum, oradakilere de geliyorum diye haber vermeden. New Orleans’a gitme gerekçelerim seyahat vakti yaklaştıkça değişti. Son gün hava limanında karşılaşsa idik ve “neden New Orleans Meren, neden rok?” diye sorsaydınız “La Boulangerie’de kahvaltı yapıp, Liuzza’s’ta öğle yemeği yeyip, akşamında da Abita Amber içmeye gidiyorum” derdim.

New Orleans’a gittim. La Boulangerie’de kahvaltı yaptım. Liuzza’s’ta öğle yemeği yedim. Akşamında da Abita Amber içtim. Üstüne cici insanlar ile buluşup hasret giderdim, ve bir sürü düşündüm, taşındım.

***

New Orleans’ta uçaktan indiğim gibi doktora süresince çalıştığım Çocuk Hastanesi’ne, eski profesörüm Mike’a sürpriz yapmaya gittim. Onca yıl vakit geçirdiğim hastanenin araştırma kanadına girerken adamlar bana “ziyaretçi” şeysi taktılar (‘merikalılar işlerini çok ciddiye alıyorlar). Çocukluğunu geçirdiği evin müze olmasından sonra çocukluk evine ancak ziyaretçi olarak girebilen yaşlı bir adamın anlamsız sitemini hissettim içimde. Nereden geliyor bu saçma sapan hisler ben de bilmiyorum.

İkinci kata çıktım. Ofis kapılarının sıra sıra dizildiği koridora dönünce Mike’ın odasının kapısının her zamanki gibi açık olduğunu gördüm. Çünkü bazı şeyler hiç değişmiyordu işte (daha doğrusu bazı şeyler o kadar yavaş değişiyordu ki biz değişmediğini sanıyorduk, ve misal evrim teorisini anlama olayı da bizi böyle böyle teğet geçiyordu işte). İçeri girdiğimde Mike’ı kütüphanesinin önünde elinde kocaman bir kitabı ayakta okurken buldum.

– Dr. Ferris, hastanemizin yeni kuralları gereği tüm kapılar kapalı olmalı.
– Ne? (kısa bir şaşkınlığın ardından) M..Meren?
(gülüşmeler)

Uzun zamandır beni görünce şaşırıp sevinen birisi ile karşılaşmamıştım. Aynı yerlerde o kadar çok vakit geçiriyoruz ki kimse bizi gördüğüne şaşırmıyor. Bir hafta boyunca kimse sizi gördüğüne şaşırmıyorsa o hayatı bırakın, başka birisini yaşayın. Şahsen ben New Orleans’ta epey insanı şaşırtıp bir yıllık insan şaşırtma kotamı doldurdum. Darısı sizin başınıza artık.

Mike ile beraber kalanlara da merhaba demek üzere laboratuvara yollandık. Bir de ne göreyim, çalışma masam savaşta ölen delikanlı odası gibi hiçbir yerine dokunulmadan saklanmış resmen. Bakın buradaki fotoğrafı aşağıdaki fotoğraftan 1,5 yıl önce çekmiştim (hatta burada da başka bir perspektif var). Savaşta öldüysem ve söylemiyorsanız çok ayıp bak.

Aynı gün Mike’ın New Orleans’a bir saat uzaklıktaki Pennington Biomedical isimli bir enstitüde konuşması varmış. İnsan vücudunu mesken tutmuş bakteriler üzerine küçük bir seminer verecekmiş filan.  “Bunlar tam senin çalıştığın konular, işin yoksa gel” dedi. İşim yoksaymış. Ben diyorum kahvaltı yapmaya geldim, adam diyor işin yoksa. Gittim tabi. Üstüne bakterilerin ülseratif kolitin gelişimindeki rolü üzerine konuştum. Müthiş bir gastroenterolog ile tanışıp kişinin genetik özelliklerinin vücudunda yaşayan bakteriyel topluluk üzerindeki etkilerine dair spekülasyonlarını dinledim.

***

Ertesi gün bir ara Duygu ve Ahmet ile birlikte yaşadığımız eve gittim. Vallahi o da neredeyse aynen bıraktığım gibi idi (kanıt isteyenler böyle buyursun, bu yazının sonundaki fotoğrafı 3 yıl önce çekmiştim, bitkiler bile aynı be (sol taraftaki ağaç biraz büyümüş o kadar)).

Merdivenlerden yukarı çıkıp ortalığa bakındım. İçimden de ‘neye bakınıyorsam artık’ diye soruyorum bu arada. Ne zaman yalnız kalsam kendime böyle kazık sorular sorarım (meğer yalnızlığı ondan sevmiyormuşum misal).

– Neye bakınıyorsam artık.
Hakikaten, neye bakınıyorsun?
– Ya bakınıyorum işte arkadaşım. İşim gücüm yok belki. Allalla.
– “Bokonoyorom oşto orkodoşom”. Otur evladım otur. 0.

Kendime karşı da hiç tahammülüm yok.

Fakat öyle bakınırken girişin kenarında aşağıdaki manzara ile karşılaştım. Geçen cadılar bayramından kalan ve artık çürümeye yüz tutmuş bir kabak, ve kopan kafası üstünkörü bir uğraş sonunda yerine oturtulmuş dini bir figür. İnsanın son birkaç bin yıllık yolculuğunun son derece manidar bir özeti.

Arabaya dönerken ‘ıslak beton görünce dayanamayan vandal’ ekolünün New Orleans temsilciliğini yaptığım günlerde ortaya koyduğum bir çalışmamın hâlâ sergilenmekte olduğunu gördüm. Bu manzara karşısında son derece ilkel bir mutluluk duyduğumu hazır hepinizi bir arada yakalamışken itiraf etmek isterim.

***

Gece olunca New Orleans’taki en sevdiğim kafeye gittim: Zot’s. Oak Street üzerinde, çoğunlukla öğrencilerin gelip harıl harıl ders çalıştıkları bir kafe burası. ABD’de böyle bir kahvehane kültürü var. İnsanlar evlerinde çalışmak yerine gelip böyle kafelerde çalışıyorlar (arada bir memleketlerini ya da dünyanın geri kalanını kurtardıklarına da şahit oldum). Ben Türkiye’deyken yoktu böyle şeyler. Gelip de bu atmosferi görünce epey şaşırmıştım.

Kafeye gitmemin sebebi Zot’s’u özelmiş olmamdan ziyade yanıt vermem gereken e-postalar olması idi. New Orleans seyahatine çıkmadan sadece birkaç saat önce gelen kutuma düşen bir e-posta üzerinden başlayan beklenmedik bir diyalog, New Orleans yolculuğunun kayda değer bir kısmını çarşaf çarşaf e-postalar yazmak için kafelerde geçirmeme sebep oldu. Günlüğü yakından takip eden ve Yellowstone’da Ateşli İki Hafta yazısını okumuş olanlar için ipucu veresim geliyor, ama şimdilik sakin olmak lazım diyerek sessiz kalmayı tercih ediyorum. Ama öyle yani işte. Bu hayatın bize kimsenin vaktinde anlatmadığı en kalleş öğretilerinden birisi şu arkadaşlar (“Yeni başlayanlar için hayat kılavuzu, kural no 18“):

Çok istediğin şeylere onları istememeyi öğrendiğin ölçüde sahip olacaksın.

Böylelikle tüm olan bitenden herkes için bir kıssadan hisse çıkarmış olayım ve hiçbir şey olmamış gibi devam edelim.

***

Ertesi günün neredeyse tamamını yemek faslına ayırdım. La Boulangerie’de kahvaltı yapacak, Liuzza’s’ta öğle yemeği yiyecek, akşamında da Abita Amber içecektim.

İlk durak Magazine üzerindeki La Boulangerie idi.

Menüde ise kahve, kruvasan ve çilekli tart vardı.

New Orleans’ta maddi açıdan nispeten sıkıntılı günler geçirdiğimiz dönemlerde bu pastaneye her gittiğimde bu kadar güzel şeyleri bu kadar ucuza imâl edip sattıkları için teşekkür edesim gelirdi. Kısmet bu sefereymiş. Tüm medeni cesaretimi toplayıp -ve ne diyeceğimi dakikalarca kafamda düşünüp- para ödeme sırası bana geldiğinde kasiyere “ben yıllarca New Orleans’ta yaşadıktan sonra Boston tarafına gittim, en çok özlediğim şeylerden birisi bu pastane” dedim. Son birkaç yılın değiştirmeye gücünün yetmediğini anladığım ukalâlığı ile “teşekkürler, çok incesin” dedi. Hastasıyım.

Öğle yemeği istikametim ise “öğrenci menüsü var mı ağbi?” klasmanında yer aldığı iddia edilebilecek bir diğer mekân olan Liuzza’s idi. Baya derme çatma olan Liuzza’s New Orleans’ın kımıl kımıl insan dolu turistik yörelerinden nispeten uzak olduğu için epey yerel kalmış, şan ve şöhret şarabı ile sarhoş olup özünü, atalarını, ananelerini, anasını babasını unutup kendisini gece hayatına, kumara, içkiye, uyuşturucuya vermemiş muhlis bir mekânımız. Bu inanılmaz lokantayı New Orleans’ta geçirdiğim beşinci yılın son aylarında öğrenmiştim. Eğer yolunuz hasbelkader New Orleans’a düşer de buraya uğramazsanız çok ayıp edersiniz bence.

Oraya gidince yenilecek şey ise “ekmek arası barbekü karides“.

Hiçbir şeyden habersiz günlüğümü okumaya gelmiş siz değerli kimselerin karşısına haşırt diye DÜNYANIN EN LEZZETLİ ŞEYSİNİN fotoğrafını koyma yüzsüzlüğü yaptığım için hepinizden peşinen çok çok özür diliyorum:

Ama velev ki yolunuz buralara düşer de DÜNYANIN EN LEZZETLİ ŞEYSİNİ yeme fırsatı yakalarsanız taşkınlık yapmamanızı, dünyanın bilimum coğrafyalarında, bırakın önünüzdeki tabağın içindekileri, yiyecek herhangi bir şey bulmakta güçlük çeken milyarlarca insanı hatırlamanızı, ne kadar şanslı olduğunuzu fark ettiğiniz bu kısa anın bir kısmını ise bu insanların yaşadığı talihsiz hayatların mesullerinin kim olduğunu düşünmeye ayırmanızı rica ediyorum.

Liuzza’s’tan çıkarken içeri girerken görmediğim bir tabela o anki duygularımı tam olarak ve kelimelere kendi başıma dökemeyeceğim kadar iyi tarif ediyordu:

Tabelada şöyle diyor:

İçeri gelin, ve New Orleans’ı özlemenin ne demek olduğunun tadına bakın.

Ağzına sağlık Liuzza amca…

Günün son durağı ise Abita Amber içmek için gittiğim Balcony Bar idi.

Amber, yörenin meşhur bira fabrikası Abita’nın muhteşem Münih stili lager birası. O kadar çok özlemiştim ki onlarca içip sarhoş olmak, özümü, atalarımı, ananelerimi, anamı babamı unutup kendimi gece hayatına, kumara, içkiye, uyuşturucuya vermek istedim. Fakat hadi efendilik bu sefer de bende kalsın diyerek sadece bir tane içtim (ona rağmen özümü, atalarımı unutuyordum az kalsın (6 yaşımdan beri Abita içerim böyle Amber görmedim)).

Kocaman bir yudum aldığım bardağımı New Orleans sokaklarına doğru kaldırdım ve kendi kendime mırıldandım:

Şerefe, Anoush.

***

Benim gibi bir anoreksik için gün ‘yeme-içme’ anlamında epey dolu dolu geçmişti (özellikle son zamanlarda çoğunlukla günde bir öğün yemek yediğim düşünülürse).

Her şey bitti sanırken Balcony Bar’da buluştuğum Mustafa Yücesoy kardeşim beni tuttuğu gibi Fatoush isimli Türk lokantasına götürdü. Dur etme diyemedim. Zira Mustafa hiç şakası olmayan, rakıyı filan böyle yalnızca sek formunda kabul eden bir abimiz:

Benim de şakam olduğunu düşünmenizi istemem:

Vallahi azıcık su koydum bak :(

Mustafa ile lahmacun eşliğinde onun gelecek birkaç yıl içinde hayata geçirmek istediği planlarından ve benim geçtiğimiz yıl içinde elime yüzüme bulaştırdığım hadiselerden konuştuk. Bir ara ABD’de olduğumu unuttum (şaşırmıyorum, çünkü bir bira üstüne bir duble rakı içince arada özümü, atalarımı filan da unuttum, Mustafa tutmasa kendimi uyuşturucuya filan veriyordum (toplumu içkiden koruyan hükumetlerin önemini şimdi çok daha iyi anlıyorum, konformizmin eseri muhafazakâr, totaliter devletler başımızdan eksik olmasın)).

***

Uçağım kalkmadan önce beni evinde misafir eden cici dostum Damian ile kahvaltı yaptık. Sonra Pontchartrain Gölü‘nün kenarında dolaştık. Damian çok zeki bir adam. Her vakit geçirdiğimizde entelektüel olarak ne kadar ekilip biçilmemiş olduğumu hatırlıyorum. Bu seferki istişarelerimizin teması ise kim olduğumuza nasıl karar verdiğimiz ve kimliğimizi şekillendiren dinamikleri üzerine idi.

***

Uçağa atladığım gibi geri geldim sonra. Dönüş yolculuğu düşünsel anlamda epey yoğun idi. Az sonra bu yoğunluğun bana çok karışık gelen bir kısmından bahsedeceğim. Zira bana karışık gelen kavramları bir yerlere yazmaya çalışırken kavramın temel dinamiklerine dair çok şey öğreniyorum.

Peki. Mevzu aslında Damian ile ettiğimiz sohbetler esnasında aklıma gelenler ile ilgili.

Yıllarca Türkçe konuşmuş, ve şimdi kendisini çoğunlukla İngilizce ifade etmek zorunda olan birisi olarak ‘etkileşime’ aracılık eden oyuncakların insanın karakterindeki şekillendirici etkisine birinci elden şahit oluyorum. Türkçe konuşup yazan ben ile İngilizce konuşup yazan benin anlatmaya değer gördükleri arasında büyük farklar var. Bu farkların temelinde ise elbette benim Türkçe ile İngilizce arasında bulduğum farklar var. Misal, benim için bazı şeyleri Türkçe anlatmak daha kolay iken, bazı şeyleri İngilizce anlatmak o şeyleri hak ettikleri gibi anlatmanın neredeyse tek yolu. “E kendini Türkçe, bilimi İngilizce öğrendin, olur öyle” diyebilirsiniz. Belki mevzunun bir kısmı gerçekten bu kadar basit. Fakat çok daha karmaşık bir boyutu daha var bence.

Bu güne kadar gelmeyi başarmış ve hâlâ kullanılmakta olan her dilin Turing complete olduğundan, yani herhangi bir dil ile anlatılabilecek herhangi hadisenin bir diğer dil ile de anlatılabileceğinden bahsedilebilir muhtemelen. Fakat bir şeyin her dille anlatılabilecek olması, her şeyin her dille aynı kolaylıkla anlatılabileceği anlamına gelmiyor (bu bağlamda bilgisayar programlama dilleri ve insanların kullandığı lisanlar arasında büyük benzerlikler var bence).

Örneğin Türkçe ile büyüyünce Tutunamayanlar’ı yazan Oğuz Atay İngilizce büyümüş olsa idi belki de Yüzüklerin Efendisi’ni yazmak isteyecekti.

‘Anlatmak’ aslında aktif bir öğrenme ve kavrama yöntemi. Dolayısıyla bizi biraz da ne anlattığımız şekillendiriyor bence. Çünkü anlatmak eylemi hemen her seferinde hiçbir dilde ifade edilmemiş soyut düşünceleri yakalayıp bir dilin araçları ile ifade edilebilir biçimde şekillendirmeyi gerektiriyor. Düşünce ile birinci elden ve son derece ayık bir şekilde haşır neşir olmayı gerektiren bu şekillendirme sürecinin sonuçlarından birisi de bu sürecin kendisinden düşünceye miras kalan etkiler. İşte tam da bu etkiler yüzünden ‘anlatmak’ pasif bir hadise değil.

Örneğin bunları buraya yazarken kafamda oraya buraya saçılmış düşüncelerden bir örgü örüyorum. Anlattıkça örgünün örüntüsü beliriyor, o belirdikçe daha seçici oluyorum. Kafamda yavaş yavaş şekillenen örüntüyü tamamlayan ya da devam ettiren düşüncelerin sağını solunu toparlayıp bütüne katıyor, başta işe yarar diye uzandığım kimilerini ise ‘ı ıh’ diyerek çöpe atıyorum filan. Düşünceler hem büyük resmi, hem de bu resmin neresini tamamladıklarını anlatım eylemi gerçekleşirken öğreniyorlar. Kullanılan dilin insan üzerindeki enteresan etkisi işte buradaki eşsiz geri beslemeden geliyor bence. İfade etmeye değer görülen düşünceler dilden dile değişince, sıkça ifade edildiği için kendini çok iyi öğrenmiş düşünceler de bir süre sonra kullanılan diller bağlamında asimetrik bir dağılım göstermeye başlıyor.

İnsanın karakteri ile düşünceleri arasında çok temel bir ilişki olduğuna inanıyorum. Farklı diller içinde odaklanılan farklı düşünce öbeklerinin zamanla bir insan içinde farklı karakterler ortaya çıkarma süreci bu bağlamda bana epey normal görünüyor.

Türkçe nefes aldığım tek mecra olan İnternet’te birisi, neredeyse tamamı İngilizce olan günlük yaşantımda ise başka birisiyim.

Bu bana özgü olduğuna inanmadığım, ve başlı başına enteresan bulduğum bir fenomen.

Özellikle anlatımın pasif bir hadise olmadığına kanaât getirince bu mevzu üzerindeki tartışmalar dönüp dolaşıp ‘kim olduğumuza nasıl karar verdiğimiz’ ve ‘kimliğimizin nasıl şekillendiği’ sorularını yanıtlamakta kullanılabilecek ipuçları da veriyor bence. Muhtemelen kim olduğumuz anlatmaya değer gördüklerimizin anlatmayı becerebildiklerimiz kısmı üzerinden yarı bilinçli verilen bir kararlar silsilesinin baskısında evrilen bir arayış. Bu bağlamda nasıl anlattığımız kadar, ne anlattığımız da önemli bence. Bir deney yapın. İnsanları dinleyin. Bakalım anlattıklarında kendilerine dair ne bulacaksınız.

Başkalarını yeterince dinleyince bir ara da kendinizi dinleyin mesela.