(…) Sınırlarını ufuktaki dağların çizdiği geniş bir ovada bir araba ıssız düzlüğü ikiye yaran çift şeritli yolun kenarında sağa çekmişti. Arabanın içinde bir adam, elinde her cümlesi kurşun gibi ağır bir mektup tutuyordu. Adam defalarca katlanıp tekrar açıldığı belli olan kağıdı yolcu koltuğuna bırakıp derin bir nefes aldı.

Arabanın dışında hava kupkuru idi. Duralı çok olmamasına rağmen ön camda ince, sarı bir toz katmanı birikmişti bile. Alnını usulca direksiyona yasladı. “Neden buradayım, neden gidiyorum dostum” diye mırıldandı kendi kendine. Söz vermiştin, ondan gidiyorsun. Verip de tutmadığı sözleri düşündü. Tartışmanın lüzumu yoktu. İçi sıkıldı. Derin bir nefes daha aldı. Arabadan çıktığını, uzakta görünen dağlara doğru yürüyüp kaybolduğunu hayal etti.

Adamın gitmeye dair hayalleri çekingen bir çocuğun sonunu getiremediği senaryoları idi. Çocuk ne zaman kalemine uzanmaya cesaret etse ortamdaki büyükler satır aralarına geride kalanların kaygılı hikayeleri ile fuzuli sorumluluklar sıkıştırıverirlerdi. Nitekim adam hayalinde dağlara doğru giderken geride bıraktığı arabasının ardında bir polisin durması çok sürmedi. Az önce gitmekte olan adam şimdi dağlara sırtını çevirmiş polisi izliyordu. Büyüklerin kalemi hep daha kuvvetli idi. Son derece temkinli bir şekilde arabasından inen polis arabanın terk edildiğini anlayınca rahatladı. Hayalin rejisindeki yaşlı senaristlerden birisi yanındakine doğru eğilip “terk edilenlerden bir zarar gelmeyeceğini polis de çok evvelden öğrenmiş, ondan” diyerek açıkladı polisin aniden yatışan tedirginliğini. Polis arabanın orasını burasını tembel tembel kolaçan ettikten sonra merkeze haber verdi, birkaç saat içinde küçük bir arama kurtarma ekibi bölgeye iştirak etti. Acaba ne kadar ararlar beni. Çok ararlar. Amerika burası. Bulabilirler mi peki? Zor. Yaşlı senarist yanındakine “çünkü bulunacak olanlar nadiren kaybolur da ondan” diye mırıldandı. Yaşlı senaristi kimse duymadı. Polis arabasının gelişi ile yarım kalan gidiş hikayesinin hiçbir yere bağlanmayacağını anlayan çocuk odasına dönmeye hazırlanırken “gittiğinde olacakları gideceği yerden daha çok merak edenler hiçbir yere gitmesin zaten” diye sitem etti. Onu da kimse duymadı.

Kısa süren gidiş macerasından geriye kalan tak şey adamın kapının koluna asılı parmakları idi. Artık kapıyı açmaya mecalleri olmadığı aşikar olsa da kapıyı bıraktıkları durumda yapacak hiçbir şey bulamamaktan korkuyor, öyle orada duruyorlardı sanki. Adam parmaklarına baktı. Sefiller. Hiçbir geleceği olmayan şeylere tutunmaya devam etmek günlük yaşamın hayatta kalmaya devam etmekle ilgili anonim bir öğretisi idi.

Tekrar mektuba uzanıp rasgele bir yerinden okumaya devam etti. “Çok karanlıktı” diyordu mektup, “ben karanlığın doğasını el yordamı ile anlamaya çalışırken bir ipucu buldum, ipin ucunu çekiştirdikçe daha çok söküldüm“. Durdu. Camdan dışarı baktı. Bu ne zaman olmuştu? Ne zaman kendisini geçmişinin küçük trajedileri ile betimleme utancı ile barışmıştı? Yıllardır el sürülmemiş dizel bir arabanın motoru gibi sarsılarak derin bir nefes daha aldı.

Kaybolmuşluk hissi ile Montana’nın kayıp ovaları aynı kumaş ile dikilmiş olmalıydı.

(…)

Bazen böyle hikayeler yazıyorum ben kendi kendime. Daha doğrusu birkaç ay öncesine kadar yazıyordum. Yukarıdaki de onlardan bir tanesinden alıntı. Açıkçası adamı tanımıyorum. Derdinin ne olduğunu da pek hatırlamıyorum. Zaten hikayeler kısa olduğu için karakterlerle efendi gibi tanışma noktasına hiç gelemiyoruz. Yukarıda son saatlerine tanıklık ettiğimiz bu talihsiz adamın başına epey üzücü şeyler geliyor hikayenin devamında. Hikayelerde bile tanımadığımız insanlar için üzülüyoruz anlayacağınız. İn-cin top oynayan bir ovada, bomboş, uçsuz bucaksız bir yolun kenarına park ettiği arabasına arkasında 6 inek taşıyan bir kamyon çarpıyor yukarıdaki alıntıdan dakikalar sonra. Filmlerde olmaz. Araba kamyonla beraber yolun kenarındaki bir çukura düşüyor. Araba altta, kamyon üstte. Sadece bir çıkarı olduğunda detaylara değinen yazar çukurun neden orada olduğundan filan hiç bahsetmiyor. Sana puanım -1 panpa. Kurtarma ekipleri saatler sonra gelip enkazı toparlamaya başladıklarında kamyonun altında bir de araba olduğunu görüp çok şaşırıyorlar. Bilselerdi daha erken müdahale ederler miydi? Metinde buna da bir yanıt bulamıyoruz. Ama kurtarma ekibindeki elemanlardan birisi buna çok takıyor kafasını. Başka dertleri de var tabi. Ertesi gece epey içip banyoda fayansa yumruk filan atıyor. Metacarpal kemiklerinden iki tanesini kırıyor. Bildiğin deli. Neyse. Kazada kamyon şöförü, bizim adam ve ineklerden üçü ölüyor (kalan üç inek de travma yüzünden sütten kesiliyor, kısa bir süre sonra onlar da yaşama bir mezbahada veda ediyorlar). Mektupta ne yazdığını, adamın mektupla ilişkisini öğrenemiyoruz. Adamcağız daha hikayenin başında öldüğü için mektubu gerçekte ne amaçla yazdığını öğrenmek de mümkün olmuyor ne yazık ki. E ama böyle hikaye yazacaksan hiç yazma yani Meren. Yazmıyorum zaten, tamam. Ama mektup olayı da kafama takıldı yani. Bilen varsa şeyapsın yani. Merhaba, yazdığım hikayenin içinden çıkamıyorum, İnternetler bi’ el atar mı? Fakat bu mektup elden ele dolaşıyor. Misal, olaydan 7 ay sonra bu adamın yeni sevgilisiyle eski sevgilisi mi ne buluşuyor New York’ta. Yağmurlu bir gün böyle. Rezil. Meğer yeni sevgilisi mektubu eski sevgilisine getirmiş. Ama birisi de ‘yazık günah bu insancıklara, şu mektubu içimizden değil dışımızdan okuyalım’ demiyor. Nerede lanet, nerede bahtsız karakter varsa benim hikayelerime doluşuyor. İçin fesat, ondan olabilir mi acaba Meren? Vallahi yani ondan olduğunu pek zannetmiyorum aslında ama şimdi yani olabilir de belki tabi biraz. Bu hikayeleri bu günlükte yayınlayayım diyorum bazen. Sonra vazgeçiyorum. Çünkü bence size de yazık, bana da yazık.

Neyse.

Birkaç ay öncesinde kendimi bilime verdim, hikaye yazmak filan da yalan oldu zaten. Blog’a, ya da Facebook profilime de yazmıyorum uzun süreden beri.

İşin açıkçası en son Ocak ayında laboratuvardan çıktım dostlar. Koray ile Betül New York’a gelmişlerdi. Artık Boston’da yaşayan Çağlar ve Seda ile atladık onları görmeye gittik. New York’ta dolaşıp hep beraber hasret giderdik. Woods Hole köyünden çıkıp şehre inmiş olan ben kişisi sürekli etrafa bakıp “ne çok insan, ne çok insan” diye dolaştı.

New York sokaklarında dolaşırken fotoğrafçı arkadaşlarım Güney Cüceloğlu ve Uğur Güçarslan için aşağıdaki fotoğrafı çektim. Ne var ki bunda? Ufuk çizgisi de apaçık eğri zaten… 1, ufuk çizgisi eğri filan değil, 2, ben çok sevdim, çektim, allaalla. Kendi günlüğümde hesap veriyorum.

Bunlar geçen ay oldu. Sonra da benden laboratuvar dışında haber alınamadı bir daha. Ta ki kar fırtınasına kadar.

***

Hikayelerim gibi yarım yamalak yaşarken geride ‘bitse belki çok da fena olmayacakmış’ temalı birçok şey bırakıyorum. Bu duruma dair bir şikayetim yok. Fakat yaşlandıkça içimde “bir sonraki sayfaya geçmeden şu elimdekini bir bitirsem mi, geride bi’ bir şey bıraksam mı acep” türünden hislere de tamamen yabancı olduğumu iddia edemem.

Kadınların biyolojik saatleri gelince çocuk yapmak istemeleri gibi bir şey bu muhtemelen. İnsanın içgüdülerinden daha güvenilir, daha saygın bir önder bulması mümkün değil. Bu yüzden bu hisleri yok saymıyorum. Canım bir şeyleri bitirmek istiyorsa bir bildiği vardır. Konvansiyonelliğinle barışmanın yolu bu mu yani Meren? Ya mevzu barışma mevzusu değil ki? Ne zaman konvansiyonelliğimden utanır gibi bir tavır içine girdim? Az önce işte? Ya bi’ git… Bu da ayrı deli :(

E hadi” dedim, “madem arada bilimi bırakma hayalleri kuruyorum, bari kendimi biraz sıkıp elimdeki projeleri yayınlayayım, bırakmazsam da yanıma kâr kalır” dedim. Nitekim oligotyping‘den fraktal geometriye, bakterileri topluluklarının stokastik davranışlarından bakteri-iklim değişikliği ilişkilerine kadar birçok konuda yazıp bilim camiası ile paylaşmak istediğim şeyler var. Bunları yazmasam, misal yarın birgün Peru’da bir hostelde tanıştığım genç bilim insanına “yea aslında benim de özgün olduğunu düşündüğüm bazı fikirlerim vardı ama hiç yazmayı denemedim .. hehe .. ee hocam, sizin seyahat nereye hayırlısıyla?” derken yüreğim burkulur, keşke bilimi pencereden atmadan önce biraz daha çabalasaydım diye karamsar hayaller kurar mıyım?

Katiyen hayır. Umurum olmaz.

Çünkü şu garip evrende kendimizi deneyimlerken bulduğumuz ‘varolma’ hissi büyük resmin hiç gerçekleşmemiş sayılabilecek kadar küçük bir ayrıntısı iken, işlem zamanının neredeyse tamamını geleceğin ya da geçmişin ‘yaşanmamış’ mizansenleri üzerinden karamsarlık etmekle geçiren beyin için de muhakkak düşünecek başka şeyler bulunabilir.

Ama yani madem şu an içimden denemek geliyor, deneyeyim değil mi? Geçtiğimiz birkaç ayın neredeyse tamamını aşağıdaki çalışma masamın arkasında geçirmiş olmamın sebebi bu idi:

‘Neredeyse tamamı’ derken abartmıyorum. Öyle bir geçirmek ki lab’a sabah 7’de gelip lab’dan gece 12’de çıkmak. Geçtiğimiz süreçte üzerinde çalıştığım üç makaleyi yayına hazır hale getirdim, yazarlarından olduğum iki makale baskıya girdi, bu yılki ASM konferansına konuşmacı olarak davet edildim, vesaire. Senin için büyük, insanlık için küçük adımlar yani? Ayyynen öyle.

Bununla beraber, son bir hafta içerisinde birden fazla sağlık problemi ile vücudum bana “sen artık genç değilsin hacı, ayağını denk al” ültimatomu verdi.

Çok uzun süreler boyunca klavye kullanmaktan ötürü sağ bileğimde karpal tünel sendromu baş gösterdi, biiir. Sürekli bir acının yanında üç parmağım ve avuç içim yarı hissizleşti. Çok uzun süreler boyunca bilgisayar karşısında hareketsiz oturduğum ve çok az uyuduğum için yaklaşık iki haftadır geçmeyen bir boyun ve sırt ağrısı ile başa çıkmaya çalışıyorum, ikiiiii. Günde bir öğün yemek yemenin ve lifli gıdalar tüketmemenin bir sonucu olarak ciddi bağırsak problemleri yaşamaya başladım, üüüüüüç: hatta bu yüzden 3 gündür yatağa hapsolmuş vaziyetteyim, zaten bunları da yatağımdan yazıyorum. Oha Meren, istersen yanına uzanalım. İçiniz fesat, ne diyeyim :(

Bu rahatsızlıkların hepsi için ciddi planlarım var. Fakat benim gibi yaşayan birçok kişi olduğunu biliyorum. Onların da günün birinde bu problemeri yaşayacak olduklarını düşündükçe fena oluyorum, işler bu noktaya gelmeden dikkat etmeye başlasınlar istiyorum. Birçoğunuz yaptığı şeyi çok seviyor olma bahanesine sığınıp eşekler gibi çalışırken gerektiği kadar sık su içmiyor, düzenli ve dengeli beslenmiyor, adam gibi uyumuyor, egzersiz yapmıyorsunuz. Çok tatlısınız, fakat bu böyle gitmez. Önce kendimi düzeltip sonra da sizlerin başına Meren teyze kesilmek gibi bir planım var. Otorite karşıtıdır demiştin dostum, ama bu bildiğin diktatör.

Diktatör değil, amca, amca. Bugün kendimi yatağımın kenarında oturmuş, boş gözlerle duvara bakarak portakal yerken yakaladım. Tam o sırada gayri ihtiyari bir şekilde kendi kendime şöyle mırıldanıyordum:

Yatağının kenarında oturup portakal yiyen yaşlı bir amcaya dönüştüm dostum.

Yatağının kenarında oturup portak yiyen yaşlı amcalara saygımız sonsuz. Fakat 20’li, 30’lu yaşlar da yatağının kenarında oturup portakal yiyen yaşlı amcalara dönüşmek için biraz erken. Gençliğe fazla güvenmemek, bilgisayar başından kalkıp sağlıklı bir şeyler yapma vakti geldiğinde “atom fiziğine de profesörlüğe de lanet olsun” diyebilmek, ertesi gün aynı aşkla sarılabilmek lazım.

Ben size bu konuda döneceğim. Siz de ev ödev olarak hayatınızın sağlıksız ekstremlerini şöyle bir düşünün.

***

Geçtiğimiz hafta burada müthiş bir kar fırtınası vardı. Zaten çok enteresan şekilde tüm rahatsızlıkların tavan yapması kar fırtınası yüzünden çalışma tempoma ara vermem ile gerçekleşti. Metabolizmanın zaten kesin bir “aa koşturmaca bitti, hadi arkadaşlar, sıra bizde” modu var.. Neyse.

Kar fırtınası diyordum. Efendim, anamız babamız bize bu kar denen şeyi böyle dingin dingin yağan, arabaların üzerini, kaldırımları filan kaplayan, kendimizi efendime söyleyeyim bir kar topu olsun, bir kardan adam olsun çeşitli şekillerde ifade etmemize olanak sağlayan bir doğa olayı olarak öğretti. Bu yüzden insanlar panik içinde alışveriş yaparlarken bendeniz bunlara uzaktan bakıp “ya Ankara’da filan da yağardı hani böyle, bu o kar değil mi? bişe’ olmaz ondan ya” diye seslenerek moral aşılamaya gayret ediyorum. Lakin üzerinize afiyet bu Ankara’ya yağan kardan değilmiş pek.

Bir kere bütün binaların cepheleri buz tutmuştu. Rüzgâr yer yer saatte 120 kilometre hızla esince öyle oluyormuş meğer:

Kar fırtınasının bitişi ile beraber buradaki yazıdan hatırlayacağınız Lois ve iki kızı ile beraber dışarı çıktık. Bizden başka kimsecikler yok sokakta.

Aşağıdaki Louise. Lois’in büyük kızı. Louise “Luiiz” diye telaffuz ediliyor, Lois ise aynen “Lois” şeklinde. Bir ‘ben kim Fransızca kim‘ durumu söz konusu olduğu için zaman zaman Louise’in ismini Lois’in ismi gibi telaffuz ediyorum. Kıyamet kopuyor o zaman. Fakat onun dışında Louise ile aramız epey iyi.

ABD’li aileler çocuklarını her şeyden sakınırken Lois’in çocuklarını her tür aktiviyeteye hiç düşünmeden dahil etmesine çok saygı duyuyorum. Bunun çocuklar üzerindeki etkileri de inanılmaz. Louise 5 yaşında ve karşılıklı bir sohbet gerçekleştirmek nispeten mümkün. Bununla beraber ABD’li bir tanıdığımın bir fanus içinde her şeyden koruyarak yetiştirdiği çocuğu ile aramızdaki tek iletişim “yılan“. Çocuk beni her gördüğünde sırıtarak “Yılan. Yılan. Yılan. Yılan” diyor. Dünyanın en acıklı hikayesi. Çünkü çocuğun aslında söylemeye çalıştığı şey şu: “Merhaba Meren, hani bir kere yılanını göstereceğine söz vermiştin ya, kış uykusundan uyandıysa görmeye gidebilir miyiz?“. Bunun yerine gerek sosyal, gerek bilişsel yeteneklerinin çizdiği sınırlar dahilinde ağzından çıkabilen tek kelime “yılan“. ABD’de çocukların yetiştirilme şekli büyük oranda sosyal bir fiyasko.

***

Son olarak, aşağıdaki fotoğrafı da bir ayrı sevdim:

Nuri Bilge Ceylan‘ın Uzak isimli filmini izlemiş olanların hatırlayabileceği sinematografik tad var sanki. Ha, bir Nuri Bilge Ceylan’ım diyorsun yani? Aaaaaaaa. Yeter ama.