Bu bir teşekkür yazısı. Yazının ilk muhatabı “fotoğaf makinem kırıldı ve sizden destek istemeye karar verdim” dediğimi duyunca desteğini esirgemeyen sizlersiniz. Bu teşekkürün hepinize ulaşmasını diliyorum

Yazının kalanı ise biraz karışık.

Ama önce şunu aradan bir çıkaralım:

Evet. Hepinize çok teşekkürler! Eğer “ama biz eğer yani senin sesinin böyle şey olduğunu bilseydik daha yani en baştan biz hiç okumazdık ki o zaman senin günlüğünü filan di mi?” diyorsanız, inanın yerden göğe kadar haklısınız arkadaşlar.

***

Peki.

İnsan yolculuğu boyunca kendisi ve diğerleri ile ilgili en enteresan cevaplara hep en beklenmedik yerlerde denk geliyor.

Bu küçük deneyim, yani fotoğraf makinemi kırmam, gururu bir kenara bırakıp yardım istemem, çok büyük bir kısmını sadece İnternet vasıtası ile tanıdığım, hatta İnternet vasıtası ile tanıdıklarımın çok büyük bir kısmı ile olan tanışıklığımızın ise neredeyse ‘tek taraflı’ olduğu sizlerin bana bir fotoğraf makinesi alması hadisesi benim için epey derin bir anlam taşıyor.

Ben daha önce bunu hiç yapmadım. Yani tutup başkalarından yardım istemekten bahsediyorum. Başkalarından yardım istememiş olmam kendimi yardım istemenin makul sayılacağı durumlar içinde hiç bulmamış olmamdan kaynaklı da değil. Bu yazı vesileysiyle bağlamak istediğim birkaç şey var. Bu yüzden filmi geriye saracağım, eğer gidesiniz varsa bunu hemen şimdi yapmanızı tavsiye ederim. Sonra bir tatsızlık çıkmasın.

***

80’li yılların sonlarına denk gelen ilkokul eğitimimi Yükseliş Koleji’nde aldım. Şimdi böyle deyince aslında ilkokuldan bir şey almışım gibi duyuluyor; ama yok öyle bir şey. Neyse. Ankara Söğütözü’nde bir yerleşkesi vardı bu kolejin. Ailemin baba tarafının ileri gelenleri “bu çocuk çok zeki, şimdiden İngilizce öğrensin, üniversitede hazırlık okumakla vakit kaybetmesin” deyince akranlarım ve kuzenlerim gibi devlet okuluna gitmek yerine koleje gitmem uygun görülmüştü. O zamanlar otoriteye çok biat ederdim üzerinize afiyet. Gitsin dediler, ben de gittim. Aslında zeki filan değildim. Ama otoriteye biat edişim sağ olsun, “yanılıyorsunuz” diyemedim. Sonra otoriteye biat etmeyi bıraktım, önüme gelene “yanılıyorsunuz” demeye başladım. Elçin! Hani bir keresinde “neden kendini insanlara yanılıyor olduklarını söylemek zorunda hissediyorsun” diye sormuştun ya? Hep zamanında göz göre göre yanılanlara “yanılıyorsunuz” diyemediğim için işte, tamam mı? Şair burada ortaokulda kendisini bırakıp Ayhan’a kaçan Elçin’e seslendi. Ama artık büyüdüm. Bir dönemdi, geçti. Artık kimseye yanıldıklarını söylemiyorum. Aferim Meren. Teşekkür ederim. Neyse. Konu dağılmasın. İlkokul.

Şimdi siz “tevazünün fazlası kibirdendir beyim, kabul et, zekiymişsin işte” filan diyorsunuz belki. Çok teşekkür ederim, çok naziksiniz, fakat yanılıyorsunuz. Lan sen daha az önce ‘artık kimseye yanıldıklarını söy’.. Tamam canım. Naziksin dedim, uzatma. Evet. İlkokula başlamadan önceki 3 yılımı komşunun sokağa her çıktığımda beni pataklayan oğlu Salim yüzünden evde kapalı geçirmiş, yapacak bir şey olmadığından televizyondan okuma yazma filan öğrenmiş, okuyacak şey bulamayınca da evdeki Ana Britannica fasiküllerini hatmetmiştim. Mevzu bundan ibaret. 1986 yılında halime bakan kimse benim kara delikler, suyun kaldırma kuvveti ve çeşitli Afrika ülkelerinin dışişleri başkanları ile ilgili rasgele bilgilerimin temelinde zekâdan ziyade Salim’in çenesine iki tane patlatamayışımın yattığını çıkaramazdı elbette. Fakat yıl 2013, siz doğrusunu bilin.

Hâl böyle iken ilkokulun okuma yazma, çarpma-bölme filan gibi vaatleri benim için pek bir şey ifade etmiyordu tabi. Alabileceğim tek şey, o okula gönderilme sebebim olan İngilizce idi. Eh, otorite korkusundan mı bilmiyorum, İngilizce başta epey cazip gelmişti. Zira ilk senenin ilk dönemi derslerimize sevecenliği ve ilgisi ile beni bir ayda “aslında benim babam bu adammış meğer” noktasına getiren genç ve bıyıklı bir öğretmen giriyordu. Fakat klasik solcu görünümlü bu amcamız ikinci dönem işten atılıp yerine de babamıza ne yaptıklarını anlatmak yerine daha ilk dersten dizini kaldırıp “niiii niiii” diye bağırmaya başlayan sarışın bir kadın girmeye başlayınca, İngilizce ile ilişkimizin derin bir çıkmaza girdiğinin su götürmez bir gerçek olduğunu kabul ettik ve yollarımızı ayırdık. Benim için insanı fahri babasından eden yabancı dil hep yabancı kalsa da olurdu. Anlayacağınız İngilizce öğreneyim diye gönderildiğim Yükseliş Koleji’nde İngilzce filan öğrenmedim ben. İlkokulda fırsatım varken İngilizce öğrenmeyişimin cezasını yıllar sonra, New Orleans’taki bir sandviç tükkanında bana “kepekli ekmek mi yoksa beyaz ekmek mi istersin” diye soran kadına önce “evet“, sonra “hayır“, sonra tekrar “evet” şeklide yanıt verip tüm tükkanı kahkaya boğarak çektim ben. Bu yüzden kimseye ödeyecek borcum yok. Hiç üstüme gelmeyin. Ama ilkokul denince aklıma üç şey geliyor.

İlkokul denince aklıma gelen üç şeyin üçüncüsü, siyah kurdele, selo bant ve mandalinadan imal ettiğim ve tek başına okulun süper starı olan oyuncak. Uzunca bir kurdeleyi mandalinanın etrafında iki üç kez dola, mandalinayı seloteyp ile sarmaya başla. Bantı o kadar çok dola, öyle kalın yap ki, işin bittiğinde siyah kurdelenin ucunda sarkan şeyin bir zamanlar mandalina olduğunu kimse anlayamasın. Bahçeye çık, arkadaşlarını arlarında 40 metre olan iki gruba böl. Bir grup atsın, diğer grup tutsun, filan. E ama bu oyun çok saçma duyuluyor Meren? Olabilir. Angry Birds de  çok saçma duyuluyor, fakat tuttu, değil mi? Bu da aynı hesap işte. Her tenefüs kan ter içinde kalana kadar bu oyunu oynuyor, yine de doyamıyorduk. Sonra defalarca denedim, ama bir türlü ilk seferki gibi olmadı.

İlkokul denince aklıma gelen ikinci şey ilkokuldaki en iyi arkadaşım Şafak Şahin ile beraber aşık olduğumuz ikiz kız kardeşler. Şafak ile çok iyi arkadaş olduğumuz için ikizlere aşık olma fikri ikimize de çok makul görünmüştü. Şafak ile hangimizin ikizlerden hangisine aşık olduğuna bir türlü karar verememiştik, fakat hatırladığım kadarı ile bu hiçbir zaman ciddi bir problem olmadı. Üst katlardan birisinde üçüncü ya da dördüncü sınıfa giden bu kızlarla konuştuğumuzu da hiç hatırlamıyorum. Ama arada bir kantine tost almaya inerken filan görürdük kendilerini. Muhtemelen onların da bizde gözü vardı anlayacağınız. Ya da hakikaten kantine tost almaya iniyorlardı? Kim bilebilir? Kimse bilemez. Hiç konuşmadan filan? Elçin ile konuştuk da ne oldu? Kimsenin kalbinin kırılmadığı tek ilişkim bu idi ve bu yüzden bu ikizlerden benimki olana (hangisiyde artık) müteşekkirim.

Üçüncü ve ikinci şeyler bunlar. Ve ilkokul denince aklıma gelen ilk şey, ve en çok aklıma gelen, ve bir türlü unutamadığım şey ise Reebok Pump ayakkabılar. Ona göre onun dışında herkesin Reebok Pump ayakkabıları vardı, ve ilkokul hayatının özeti sorulduğunda Meren kişisi şu yanıtı verdi:

Ayağımda pazardan alınmış spor ayakkabıları, onlar pompaladıkça ben yerin dibine geçerdim.

Sırf pompalı ayakkabım yok diye yerin dibine geçmek nedendi bilemiyorum. Pompasız ayakkabılarımla mandalinadan oyuncak yapmıştım be, yerin dibi kim oluyordu? Cevab veremedi. Tek başına pazar ayakkabıları giymek hiç dert değildi. Misal, Artvin’de lastik ayakkabı giyerdim ve bu duruma dair hiçbir sorunum yoktu. Sanırım benim için sorun, o ayakkabıları Yükseliş Koleji’ne giderken giyiyor olmak idi. Çocukları anlamak güç. Bu yüzden şu an itibarı ile hiç çocuk yapmamaya karar verdim. Anneme söylemeyin.

Maddi anlamda epey sıkıntılı bir dönem idi bu dönem. Yükseliş Koleji bir şekilde ödeniyordu, çünkü ailenin ileri gelenleri ödensin istemişti bir kere, fakat babamın nadiren parçası olduğu, annem ve kardeşimden mütevellit çekirdek aile, kimi haftalar Yüzüncü Yıl’daki pazar dağıldığı zaman gidip geride bırakılan sebze ve meyveleri topluyordu. Ama bunlar beni yıpratan hadiseler değillerdi. Çünkü hayattı işte, oluyordu böyle şeyler. Ama Reebok Pump’lar başka idi. Ve Reebok Pump olayı öyle “hayat işte, sağlık olsun” ermişliği ile üstesinden gelinebilecek bir durum değildi.

Bu yaşıma geldim, hâlâ arada bir düşünüyor, madem benim için bu kadar elzem idi, neden öz amcalarımdan birisine gidip “amca, bana bir Reebok Pump alır mısın” diye sormadığımın yanıtını bulamıyorum. Yardım isteyecek noktaya kadar eğilip “hayır” yanıtı alırsam hep iki büklüm kalırım diye korkuyordum belki de.

Anlayacağınız, benim için sizlerden fotoğraf makinesi istememin, sizlerin de bana “hayır” dememiş olmasının beni bu kadar derinden etkilemesinin bir tarihçesi var. Bu işe girişirken hiç hesap etmemiştim, fakat dediğim gibi, insan yolculuğu boyunca kendisi ve diğerleri ile ilgili en enteresan cevaplara hep en beklenmedik yerlerde denk geliyor. Mevzu ile ilgisi yok, ve bir Reebok Pump değil, fakat fotoğraf makinem ne kadar cici görün diye koyuyorum, bu Woods Hole’daki eviminin önünde Sonbahar:

d610-test-1

***

Bence insanın arada bir geriye dönüp bakması, ve minnettar hissettiği herkese teşekkür etmesi epey tatmin edici bir egzersiz. Fakat bu egzersiz için uygun fırsatı yaratmak pek kolay değil. Bu hayatta bunu yapmak için sadece birkaç fırsatım oldu, bunlardan ise sadece birkaçını değerlendirebildim.

Doktora tezimin son sayfalarını New Orleans’taki bir kütphane odasında yazdım ben. Şu yazı içerisinde o odanın bir fotoğrafı var. O odadayken bir noktada içinde olduğum anın durup düşünmek ve o sandalyede oturmamı sağlayan insanları bulup çıkarmak için harika bir fırsat olduğunu idrak ettiğimi hatırlıyorum. Tezimin şimdi bu sayfada yer alan “teşekkürler” (“acknowledgements“) kısmında uzun uzun düşündükten sonra yer verdiğim isimler halen orada sessiz sedasız oturuyorlar. O günden bu güne başkaları birikti, fakat o gün bütün borçları kapattığımı hissetmiştim.

Bununla beraber, başlarken nereye evrileceği hakkında hiçbir fikrimin olmadığı bu garip yazıyı yazdığım şu dakikalarda, o sayfada büyük bir eksik olduğunu biliyorum. Geç de olsa bu eksiği gidermeye kararlıyım. Çünkü zararın neresinden dönersen kâr dostum. Şair burada yine Elçin’e sesleniyor galiba. Hayır ya. Yok öyle bir şey. Sen dönme, Elçin!

***

Gençliğimde kimseden destek istememiş olmam bana kimsenin destek olmadığı anlamına gelmiyor. Bugün burada sizlere teşekkür ettiğim gibi açık ve net bir şekilde teşekkür edebilmiş olmayı çok isterdim dediğim üç kişi var. Bu yazıyı onları da anarak bitirmek istiyorum.

Yaz kızım. Bir. Mithat Çalışal. Ankara Eryaman’da komşumuzdu Mithat amca. Kendisine dair hatırladığım en net ikinci detay 80’li yıllarda çocuk olanların umutmasının mümkün olduğuna inanmadığım Casio saati. Bunun dışında muhtemelen ben bir çocuk, o da koskoca bir amca olduğundan kelli pek bir muhabbetimiz yoktu. Ortaokul ikinci sınıfın ilk döneminin başlamasına birkaç gün kala, ihtiyacım olan ders kitabı ve defterlerini nasıl temin edeceğim hâlâ bir muamma idi. Bir akşam kapı çaldı. Mithat amca elindeki iki siyah torbayı bırakıp gitti. Ya da Mithat amca belki beni evine çağırdı bir akşam. Elime iki adet siyah torba tutuşturup geri gönderdi. Hatırlamıyorum. Fakat o yıl ortaokul kitaplarını nasıl temin edeceğimize dair soru işaretleri kendisinin bu müşfik hareketi ile yok oldu gitti. Ben de inat edip Teşekkür Belgesi aldım o yıl. O Teşekkür Belgesi eğitim hayatım boyunca bir kurumun performansımı dikkate değer bulduğunu gösteren ilk ve son belge oldu. Şimdiki aklım olsa o belgenin arkasına küçük bir not yazıp Mithat amcaya verirdim. Ama bırak böyle bir jest yapmayı, adamın karşısına geçip efendi gibi teşekkür etmek bile gelmedi aklıma. Mithat Çalışal şu anda nerede bilmiyorum, ama kendisine buradan teşekkür ediyorum.

İki. Lise yıllarımı Ankara Yüzüncü Yıl Sitesi’nde, 10 Nisan Polis Karakolu’nun karşısında tek başına dikilen 15 katlı bloğun sekizinci katında, çoğunlukla aynen içinde yaşadığım bina gibi tek başıma geçirdim. Gençlik ve sorumsuzluk maddi problemlerle birleşince beselnme ihtiyacımın hakkından kimi günler ekmek ve çemen, kimi günler kuş yemi ile geliyordum (hehe, vallahi bak, nereden bulduysam artık bir dönem yarım çuval kuş yemi vardı evin bir yerinde). Çapraz dairede epey yaşlı bir çift oturuyordu. Evimden yayılan ve 8. kat koridorunu dolduran black metale ve black metalcilere aldırmaksızın, Ayşe teyze arada bir kapımı çalar, mutfağa yürür, elindeki bir tabak yemeği mutfak masasına bırakıp başörtüsünü düzelttikten sonra önceki seferden kalma tabağını alır ve gerisin geriye evine dönerdi. Tüm bunlar olurken neredeyse hiçbir konuşma geçmezdi aramızda. Bilemiyorum. Çaprazda oturan yalnız çocuğu beslemeye çalışmak zaten başlı başına son derece alçak gönüllü bir hareket, fakat bunun da ötesinde, Ayşe teyze benim toplumla aramdaki tek bağ idi, ve bilmeden de olsa insanlara dair görüşlerimi derinden etkiledi. Ben onun bu karşılık beklemeyen cömertliğine bayramlarda saçımı başımı düzeltip elini öperek yanıt vermeye çalıştım. Black metalci arkadaşlarım duysa idi çok şaşırırlardı. Belki de şaşırmazlardı, bilemiyorum, zira onlar da benim gibi yalnız çocuklardı. Elini öptüm öpmesine, ama bir kez olsun kadıncağızın gözlerinin içine bakıp, “Ayşe Teyze, sen ne harika bir teyzesin, sana çok teşekkür ederim” demedim. Ayşe teyze artık hayatta değil. Ama ben buradan teşekkür ediyorum işte.

Üç. Lise son sınıf dolaylarında bir gün üniversiteye gitmek istiyor olduğuma karar verdim. O noktaya kadar bu konuda net bir kararım yoktu açıkçası. Teoride bu karar üniversite yolunda bir iyi niyet göstergesi olsa da, pratik olarak üniversite sınavından tek parça çıkma şansım yoktu. Bütün liseyi haytalık yaparak geçirmiş birisi olarak üniversiteye gitmek benim neyimeydi (benim için “hazırlık ile vakit kaybetmesin” diyen aile büyüklerine kapak olsundu). Neyse. Yine de denemeye karar verdim, ve bu karar arkadaş çevremin çok büyük bir hızla değişmesine sebep oldu. Artık günlük istikametim Kızılay’daki Gima iş merkezinin yanında yer alan merdivenler değil, o merdivenlere yarım kilometre mesafedeki Büyük Derhsane idi. Dershaneye sürekli gidip geldiğim arkadaşım Burak’ın ailesi üniversiteye hazırlandığım yıl boyunca bana kendi oğulları gibi davrandılar. Üniversiteyi o yıl değil sonraki yıl kazandım. Fakat bir kez olsun Burak’ın annesinin karşısına geçip o kritik dönemdeki desteğin benim için ne kadar önemli olduğunu anlatıp teşekkür etmedim. Ve buradan ediyorum işte.

***

Bu yolun bir tarafı:

d610-test-3

Bu da diğer tarafı:

d610-test-2

Böyle.