Hindistan Cevizi Adası, Hawai’i’li Gömlekler, ve Mercanlar
Merhaba! Merhaba :) Neden bunca zamandır yazmıyordun, Meren? Neden bunca zamandır yazmıyordum? Bilmiyorum. Çok ayıp ediyorsun bak, yabancı mıyız biz? Tamam tamam, biliyorum aslında. Biliyorum da, kolayca nasıl anlatırım, onu bilmiyorum.
Birkaç sebebi var. Bir taraftan epey bir inziva insanı oldum son demler üzerinize afiyet. Bir dönemdir geçer Merenciğimiz. He. Belki de. Diğer taraftan blog’a yazmadığım dönemlerde bilim yazdım; kendi araştırmalarımın yanında derin deniz süngerlerinden kambur balinalara ve bitki yapraklarına kadar çeşitli ortamlarda bakteriyel toplulukların neler yaptıklarını anlatan çalışmalara ortak oldum, çok da boş durmadım yani.
Neyse.
Anlatacak çok şey birikince hiçbir şey anlatamıyor insan. Ama teslim olmak yok. Bir yerinden gireceğim rasgele, zamanla açılınır.
***
Geçtiğimiz dönemde gerçekleşen en kayda değer hadiselerden birisi Hawai’i’ye yaptığım seyahat idi.
Efendim geçen aylardan birisinde bendeniz Hawai’i’deki bir konferansa konuşmacı olarak gitmek üzere bir davet aldım. Bilim insanı olmanın güzel taraflarından birisi yavaş yavaş tanınmaya başladığınızda insanların sizi bulup “Merhaba Hede Bey/Hanım, bizim konferansa gelip konuşur musunuz?” diye sormaya başlaması.
Elbette böyle davetler kabul ettiğiniz taktirde yol parası ve konaklama masraflarının karşılanacağı taahhütü ile geliyor (yoksa ben kim Hawai’i kim). Doktoramın sonlarına doğru, yani nereden baksanız bir 20 yıl kadar önce, yine bir konferans yüzünden Hawai’i’ye gelip, anakaraya kalbimin bir kısmını orada bıraktıktan sonra dönmüştüm (tabi o zaman şimdiki gibi değil, kalp çok, biraz orada biraz burada bırakıyoruz). O konferans Hawai’i adalar topluluğunun Big Island isimli en büyük adasında idi. Bu konferans ise Hawai’i’nin başkenti olan Honolulu’da gerçekleşeekti. “Ne olcek, o da havayi bu da havayi” demek sureti ile hoplaya zıplaya gittim. Önceki yazıları bilenler Big Island’ın insanların henüz içine edemedikleri bir volkanik ada olduğunu hatırlarlar belki. Fakat bu havayi bildiğin şehir çıktı:
Ama Hawai’i yine Hawai’i tabi. Misal yukarıdaki fotoğrafta yer alan kaldırımdan sola dönüp 20 metre yürüyünce şuraya geliyorsunuz, çok da fazla tantana edecek bir durum yok hani:
Bununla beraber ben deniz kumsal seven bir insan olmadığım için bana çok bir anlam ifade etmiyor bunlar. Sana ne anlam ifade ediyor peki Meren? Ehe, bana Hawai’i tişörtleri anlam ifade ediyor misal:
Hawai’i’ye çalıştığım enstitü olan MBL’de doktora sonrası araştırmacı olarak çalışan Tom ile beraber gittik. Çok büyük bir konferans olduğu için benim eski hocam Mitch filan da orada idi. Güzel yani.
Honolulu’da ciddi bir Japon nüfus var. Dolayısıyla Japon mutfağı çok yaygın. Daha ilk günümüzde rasgele girdiğimiz restoran dünyanın en ucuz ve en lezzetli restoranı çıkınca takip eden bir hafta boyunca her öğlen yemeğinde aşağıdaki türden şeyler yedik (şairin buradaki asıl amacı ne yediğinin fotoğrafı koyarak blog’unu Instagram’a çevirdikten sonra tüm altyapıyı Facebook’a satma arzusuymuştu):
***
Hawai’i çok çok enteresan bir yer. Birincisi, hava sıcaklığı yıl boyunca neredeyse hiç değişmiyor ve son derece makul bir seviyede takılıyor. Bildiğin her gün güneşli ve güzel. Polyanna gibi ada. Adamlar adayı Pasifik Okyanusu’nun ortasına dikmişler; kötü havanın işi gücü yok bizim yakamızdan düşüp bir avuç insanı zebil etmek için cehennemin dibine kadar niye gitsin. Yola çıktığım gün yaşadığım yerdeki hava sıcaklığı -10 derece filandı. Honolulu’ya bir indim, hava 30 derece. İnsanın çok kalbi kırılıyor tabi.
Her neyse. Kalp olaylarına hiç girmeyelim şimdi.
Konferans merkezi epey tatlı bir mimariye sahip çıktı. Binanın bir tarafı olduğu gibi cam. Camlı olan cephenin karşı istikametinde kalan cephede ise duvar filan yok. Bildiğin üç tarafı duvarlarla çevrili yarıbina yani bu. Konferans merkezinin içini envai çeşit kuş mesken tutmuş filan böyle. Konferansın küresel ısınma, okyanuslardaki plastik, biyoçeşitlilik kaybı filan konuşulan buz gibi bilim salonlarından kuş cıvıltılarına çıkmak pek güzeldi gerçekten.
***
Hawai’i seyahati boyunca Mitch ile epey vakit geçirdim. Aşağıdaki fotoğrafta sağdaki şahıs Mitch. Otel odasının balkonunda bir-iki saat boyunca bilim konuştuktan sonra içeriye giriyoruz. Mitch epey kallavi bir bilim insanı. Google Scholar’a göre Mitch’in yaptığı bilimsel yayınlar bugüne kadar 27,600 atıf almış (Google Scholar demişken, her ünivesitenin akademisyenlerine bu tür bir bilimsel aktivite takip servisinde hesap sahibi olmayı zorunlu kılması lazım aslında).
Hiç konuşmasa bile adamdan bir şeyler öğrendiğimi hissediyorum. Yaklaşık 58 yıl önce bana iş teklif ettiği zaman kendisine “yaa hacı seninle çalışmak benim için gurur olur da, sen sonra hayal kırıklığına filan uğrama bak” demiştim. Zira beni birisi ile filan karıştırmış olduğunu tahmin ediyordum (yaşlı adam, olur olur). O da bana “ben yapacağımı yaptım, senden hiçbir beklentim yok, başarılı olursan da başarısız olursan da kendine” demişti. Ben zaten hep insanlar benden bir şey beklemesin isterim :(
***
Konferanstaki konuşmamın ardından, daha önce de Boston’daki bir konferansta tanıştığım bir mikrobiyal ekolog arkadaşımız yanıma gelip “Meren ya, bizim Hawai’i Üniversitesi’nin Hindistan Cevizi Adası’nda bir araştırma laboratuvarı var, ben de orada çalışıyorum, ziyaret etmek ister misin? … Sana biraz araştırmalarımızdan filan bahsederim” dedi.
Hindistan Cevizi Adası.
Hehe.
“Tamam be, gidelim” dedim.
Bilgisayar bilimleri alanından geldiğim için gittiğim her yerde birileri beni kolumdan tutup laboratuvarlarına götürmeye çalışıyor. Biraz oradan buradan konuştuktan sonra haşırt diye bir anda ciddileşip “ay hahayt çok hoşsun Meren .. yalnız ya bu arada şimdi bir de mesela biz metatranskriptomik veriyi metagenomik veriden elde ettiğimiz taslak genomlara haritaladıktan sonra hede-höt geninin nitrojen seviyesinin düşüşüne bağlı olarak değişen ifade örüntülerinin hangi genomik adalara şeolduğuna bakmak istiyoruz, ama onyüzbin milyor DNA verisi içinden bu bilgiyi nasıl çıkaracağımızı bilemiyoruz, ne yapalım dersin Meren? Hatta sana verelim bunu sen yap mı mesela? Düşündük taşındık böyle karar kıldık biz evet, nasıl ama?” filan diye kazık mı kazık sorular soruyorlar. Ben de her zaman akıllıca davranıp “hehe evet ben bi’kere Pelin diye bi kız vardı, bu şimdi beni terk etti tamam mı, yani aslında terk de etmedi de yani orası biraz karışık aslında neyse vakit olduğu zaman ben şimdi kahveniz var mıydı sizin?” gibisinden yanıtlarla kendimi bu tür cenderelerden kurtarmayı beceremeyebiliyorum. O zaman da işte çok da akıl kârı olmayan sözler veriyorum böyle insanlara. Netice olarak tüm hayatımı başkalarının projelerini adam etmek için labda geçiriyor, bazılarınızdan “Meren neden blog yazmıyorsun?” diye tehdit e-postaları alıyorum, filan. E be iyi de neden ‘tamam gidelim’ dedin o zaman Meren efendi? E ama yani Hindistan Cevizi adası denmiş bir kere, nasıl gitmeyeyim :(
Atladık gittik işte. Bildiğin botla gidiyoruz bu arada. Yani “Hindistan Cevizi Adası”nın “ada” kısmısı gerçek. Ben artık “Ada hindistan cevizi şeklinde mi yoksa hindistan cevizi ağaçları filan mı var? Hindistan cevizi olan yerde maymun da olur ki ehhe .. var mı yoksa?” türünden sorular soruyorum (Hollie de “hasbinallahminvelvekil” diy0r içinden):
Adaya vardığımızda hemen etrafa bakındım, mamafih hindistan cevizi ağacı filan göremedim ilk etapta dostlar. Bununla beraber adanın kendisi tek kelime ile muhteşem idi (karşıda görünen dağlar asıl ada, bizi getiren botun durduğu yer ise bizim minik adanın ‘otoparkı’):
Hindistan Cevizi Adası epey küçük bir ada imiş meğer (meraklısı için Google Maps şeysi), ama aynen alanı küçük işlevi büyük Woods Hole gibi epey meşhur bir deniz bilimleri laboratuvarına ev sahipliği yapıyor. Labı gezdik, bol bol konuştuk. Labdaki büyük gruplardan birisi (beni laba davet eden grup), bir deniz hayvanı olan ve okyanus tabanında oluşturdukları yapılar ile birçok deniz canlısına ev sahipliği yapmak sureti ile biyoçeşitlilik açısından büyük önem taşıyan mercanlar ile onlar üzerindeki mikrobiyal topluluklar arasındaki ilişkileri çalışıyor. Mercanların yaşamı onları mesken tutmuş mikroplar ile son derece iç içe. Öyle ki antibiyotiklerle filan bir mercanın üzerinde yaşayan bakteirleri öldürdüğünüz zaman mercan da ölüyor. Dolayısıyla bu bakteriyel toplulukların küresel ısınma ya da çevre kirliliğinden nasıl etkilendiğini anlamak, denizlerdeki biyoçeşitliliğin geleceği hakkında fikir sahibi olmak açısından çok önemli.
Elbette muazzam boyutlarda DNA verisi ile çalışıyorlar ve biyoenformatik konusunda uzman insanlara çok ihtiyaçları var. Sana diyorum bilgisayar mühendisliği öğrencisi. Windows’ta telefon defteri, kütüphane otomasyonu yazmayı bırak artık.
Eğer her şey yolunda giderse, bu sene Woods Hole’da birisi Bilgi Üniversitesi Genetik ve Biyomühendislik Bölümü, diğeri ise Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden pırlanta gibi iki stajyer arkadaş ile çalışacağım (Doğancan ve Özcan). Belki de bu sayede buradaki pozisyonumun Türkiye’deki bilgisayar insanlarına böyle bir faydası olur, ve küçükten de olsa Türkiye’deki bilgisayar mühendisliği bölümlerinin çeşitsizliğine karşı yeni, alternatif bir anlayış oturtabiliriz. Hayırlısı. Evet.
Hollie en son “Eğer buralarda vakit geçirmek istersen haber ver” dedi. Belki de önümüzdeki kış birkaç aylığına hava sıcaklığı neredeyse hiç değişmeyen bu adada inzivaya çekilirim (bu kadar inzivaya çekildiğim yetmedi çünkü).
Şöyle bir dolaştım adayı iş-güç kısmını bağladıktan sonra.
Mercan ve köpek balıkları havuzları ile beraber adanın araştırma kanadında içi envayi çeşit tropikal balıklar ile dolu bir sürü tank var:
Ama biraz daha dolaşınca gördüm ki ada Hindistan Cevizi Adası değil bildiğin LOST adası.
Adayı ziyarete gelen bilim insanlarına tahsis ettikleri yurt odalarına bakarken şimdi şunlardan birisinden Jin kan ter içinde çıkıp “Azıs, azıs!” diye kaçışacak diye hayal ettim. Bu arada adada hindistan cevizi ağaçları arama çalışmalarım da bu fotoğrafta görüldüğü üzere başarı ile sonuçlandı (belki de sonuçlanmadı; bu işlerden anlayan birileri varsa yorumlar kısmında kalbimi kırabilir):
Adanın kumsalı da var. Adamlar lab’da sıkılınca buraya gelip denize giriyorlarmış. Ama gençlik günlerimden bu yana geçen 77 yıl deniz-kumsal ile aramdaki ilişkiyi değiştirmedi. Yine de aynen geçen sefer olduğu gibi Hawai’i’ye gitmişken okyanusa hiç dokunmadan dönmek olmasın diye tam bir görev bilinci ile ayakkaplarımı çıkarıp çilekeş ayaklarımı Hawai’i’nin beyaz köpüklü dalgalarının rahmetine şeettim (bu arada gördüğünüz gibi Türkçe yavaş yavaş benimle olan ilişkisini yeniden gözden geçiriyor):
***
Başta da dediğim gibi Hawai’i’ye Tom ile beraber gelmiştik. İkimizin de konferans konuşmaları sona ermesinin ve benim laboratuvar sürtmelerimin bitişinin ardından konferansın son iki gününü dışarılarda geçierlim dedik.
Bu arada Tom, Lois‘in Fransa’ya koskoca bir pirefösör olarak dönüşünün ardından boşalan en yakın arkadaş pozisyonuna yükseldi (hehe). Lois demişken küçük bir not iliştireyim: Lois mikrobiyal ekoloji alanında çalışacak doktora öğrencileri arıyor, kabul edilen öğrencinin doktora hocalarından birisi de ben olacağım, haberiniz olsun. Lois’in doktora öğrencisi ilanı burada.
Tom çok enteresan bir kişilik. Ben nasıl Artvin’i ve Artvin’deki yaşamı her gün özlüyorsam o da Fransa’nın Artvin’i sayılabilecek bir yerinden gelmiş birisi olarak benim Artvin için beslediğim duygulara yakın duygular içinde sürekli. Süreki dalıp gidiyor böyle. İkimizde de çok gurur duyduğumuz bir “köylü olma” hali söz konusu. Tom mikrobiyoloji dünyasından geliyor, ve ortak birçok projemiz var. Biraz da bu projeler yüzünden haftada iki-üç kez birlikte akşam yemeği filan yiyip şömine başında Fransız peynirleri ve kırmızı şarap eşliğinde daha çok bilim konuşuyoruz filan. Hiçbir ilişkiyi yürütemeyen bir insan olduğum için benim kimim kimsem yok, fakat neyse ki Tom’un New York’ta yaşayan ve bizi sık sık ziyaret edip beni “üçüncü tekerlek” hislerine mazhar eden bir kız arkadaşı var; yoksa yani bu kadar vakit geçirmenin üstüne çok afedersiniz dedikodular almış başını gitmişti. Tom birlikte sessizce vakit geçirebildiğim nadir insanlardan. İnsanın sessizce vakit geçirebildiği, yanındayken konuşmak zorunda hissetmediği insanlar gerçek arkadaşlığa en çok yaklaşabildiği insanlar grubunu teşkil ediyor bence.
Küçük bir mıntıka araştırmasından sonra Tom ile süper bir kayalık bulduk. Ertesi sabah erkenden kalkıp kahvaltılık bir şeylerle beraber güneşin doğuşunu izlemek için kayalıklara gittik. Oooo çok romantik *kıps* *kıps*. Böyle şakalar yapmasak? Hehe saçlar da uzun zaten. Size de şeyapmaya gelmiyor hiç vallahi. Neyse. Kahvaltımızı ettik, ama güneşin doğuşu bulutlar yüzünden hiç beklediğimiz gibi olmadı. Sağlık olsun, düşünmeniz yeter. Hah, biz de aynen öyle dedik. Aşağıdaki fotoğraf kayalıklardan. Ama tüm sabah mahmurluğum ile rüsfa ettiğim bu fotorğafa yer vermemin sebebi arka planı süsleyen yer sivilcesi:
Ben biraz da Tom’un ittirmesi ile çok sportif bir insan oldum son zamanlarda. 94 yıllık hayatının büyük çoğunluğunu bilgisayar başında geçiren bir insan olarak dizlerimden tıkırtı sesleri, belimde ağrılar filan baş göstermeye başlayınca bu yaşlanma trendini biraz yavaşlatayım istedim. İki günde bir 7-8 kilometre koşuyorum şimdilik. Anormal faydasını görüyorum. Neyse. Bunun detaylarına başka zaman gireyim. Tom yukarıda gördüğünüz kratere bakıp “kesin bunun tepesine çıkacak bir patika vardır, çıkalım mı” dedi. E hadi dedim.
Google Maps’te kraterin çok güzel bir fotoğrafı var: https://goo.gl/maps/gNqvE.Eteklerine vardığımızda bir de ne görelim, adamlar bırak patikayı, kraterin tepesine çıkan tren rayı döşemişler:
Buradan bakınca çıkması kolay görünüyor, fakat epey zorlu idi. Yeni fotoğraf makinemin video şeysi var ya, patikanın bir noktasında aşağıdaki bukleyi çektim. Videodan görebileceğiniz gibi koca koca delikanlılar madara olmuş vaziyetteler (ben aynı sekmeyi Artvin’in dağlarını arşınlamış olmanın hâlâ yankılanan avantajı ile kuşlar gibi uçarak indim, hepsi çok utandı, “çok büyük adammışsın Meren, biz başta bilemedik” dediler, kendilerinden 92 yaş yaşlı olmama yaraşır bir bilgelikle “berhudar olun canlar” dedim):
Videonun son saniyesinde çaresizce bir yerlere odaklamaya çalışma girişimimin gözünüzden kaçtığını ümit ediyorum. Öğreneceğiz. Yavaş yavaş.
Tahmin edebileceğiniz gibi manzara süperdi. İki de bir durup arkama baktım:
Tom ile zirvede bir süre oyalandıktan sonra aynı t-shirt’leri giymiş olduğumuz gerçeğini göz ardı etmeye devam ederek gerisin geriye döndük.
Bu seyahat esnasında genel olarak fotoğraf makinelerinden korkmayan Tom’un, fotoğraf makinesinin video özelliğinden acayip derecede korktuğunu keşfettim. Arkadaşlarının korkularına çok az saygısı olan yaşlı bir mendebur olarak Hawai’i seyahati boyunca rasgele zamanlarda Tom’u çaktırmadan videoya çekmek gibi saçma sapan bir alışkanlık geliştirdim. Bu yazıyı Tom’a yaptığım işkencelerden bir bukle ile bitirmek istiyorum:
Bu da böyle bir anımızmış meğer.