Bundan birkaç yıl evvel birisi bana “Meren, yarın bir gün flaş filan kullanan bir insan olacaksın” dese, “yok daha neler, peh” derdim. Zira doğal ışığı ve işini doğal ışıkla görmeyi çok seven bir fotoğrafçıyım. Üstüne üstlük kısa bir zaman öncesine kadar bana flaş dendiğinde aklıma keskin gölgeler, ayrıntısız, detaysız, yavan fotoğraflar gelirdi, durduk yerde sinirlenirdim :(

Bununla beraber fotoğraf konusunda biraz daha ciddi işler yapmaya başlayınca hoşuma giden ışık koşullarında fotoğraf çekme lüksüm kalmadı tabi. Dünya üzerindeki yaşamın yegâne enerji kaynağı da olan emektar ışık kaynağım Güneş’in ortalarda olmadığı zamanlarda Meren’in de ortalarda olmadığı günler sona ermeli idi.

Çaresiz, bir adet SB-900 flaş aldım. Kendisine ısınacağıma dair zerre kadar ümidim yoktu. Hatta ilk kullanışımda buradaki fotoğrafçı arkadaşlarımdan birisi olan, profesyonel otomobil fotoğrafçısı Richard Thompson ile sosyetik bir gece etkinliğini çekiyorduk. Etkinlikteki insanların yüzüne yüzüne patlattığım SB-900’ü ilk kez denemek için yanlış bir yer seçtiğim aşikardı (neyse ki patlayan flaş bir ninjanın attığı duman bombası etkisi yaratıyor, insanlar geçici bir körlük yaşarken ben salonun diğer köşesine sıvışıyordum). Bir süre sonra kaçacak yer kalmayınca SB-900’ü bir hışımla çıkarıp gecenin geri kalanında kullanmak üzere 50mm f/1.8 lensimi taktığımı, Richard’ın da beni “bu herif web sayfasındaki fotoğrafları bir yerlerden yürütmüş olmalı” diyerek süzdüğünü hatırlıyorum.

Sonra okuyup araştırınca flaşın ürettiği ışığı nasıl dönüştürüp terbiye edebileceğimi öğrenmeye, işin mantığını bir miktar daha iyi anlamaya başladım. Tavandan, duvardan, yerden sektir, bouncer, softbox, jel-mel kullan, dene-yanıl sürecine girdim. Işığı dağıtmak, yumuşatmak, sabit bir ışık sıcaklığına sahip olan flaşları ortamdaki ışık sıcaklığına uydurmak filan bambaşka bir alem idi. Sonraki ilk flaş denemem Jason Ricci konserinde oldu. Sonuçlar -hiçbir ışık dönüştürücü olmadan kullanılan bir flaş için- muazzamdı (Richard beni bir de şimdi görsündü).

Daha sonra da tek bir flaş ile bu işin asla benim istediğim gibi olmayacağını kavrayıp SB-900 ile senkron kullanmak için bir flaş daha aldım: SB-600. Basit ışık dönüştürücüler, ışık ayakları, şemsiyeler filan derken bir flaş ile başlayan macera -biraz abartacak olursam- bir asistan olmadan taşınamayacak bir ekipman yığını haline gelmeye başladı. Sonrasında da belki beni Radiopopper’lar, Elinchrom setler bekliyordu (ama kimse bunlardan Duygu‘ya bahsetmiyordu, hepsi içimizden içimizden konuşuluyordu).

SB-600’ü SB-900 üzerinden yönetebiliyorsunuz. SB-900’ü “master” kipine, SB-600’ü de “slave” kipine alınca iki flaş da birbirleri ile kızılötesi sinyaller ile iletişip senkron bir şekilde patlıyorlar. Bunun için fiziksel olarak birbirlerini görmeleri vesaire gerekiyor, dolayısıyla çok güvenilir değil, fakat wireless çözümler de çok ucuz sayılmaz. Eğer konu bir yere kaçmıyorsa bu düzenek de rahat rahat ayarlanabiliyor (ayrıca Nikon’un SLR fotoğraf makineleri üzerindeki built-in flaşlar da “master” kipinde çalışıp diğer flaşları yönetebiliyor). Ayrıca imkanların kısıtlı olduğu durumlar yaratıcılığın besin kaynağıdır, dolayısıyla bir problem yok..

Geçenlerde buradaki en sevdiğimiz arkadaşlarımızdan olan Eric ve Virginia “biz ailemize kendi fotoğraflarımızı hediye etmek istiyoruz, bize yardım et” diye geldiler. Yağmur yağıyor, hava rezalet. Türk misafirperverliğinin ve Anadolu insanının New Orleans temsilciliğini layığı ile yerine getirmek isteyen, Ermeni’lerin, Yunan’ların filan yüzleri kara çıksın isteyen yağız bir delikanlı olarak “eh, peki” dedim. Evin içinde o koltuk senin bu koltuk benim yer değiştiriyoruz, fakat bir türlü olmuyor, bir türlü istediğim tadı bulamıyorum. Zaten zor beğenen bir insanım, o gün de bütün ketumluğum üzerimde.

Neden sonra aklıma flaşlarım geldi. “Yürüyün bakem” dedim ve dışarıya çıkardım bunları. Evden bir koltuk indirdim aşağıya, yolun ortasına koydum. Koltuğun hemen sol tarafına üzerinde şemsiye olan SB-600 takılı ışık sehpasını (“light stand” — Türkçe’si ne ola ki bunun?) koydum. Fotoğraf makineme de SB-900’ü taktım. Buncağızlar beni apartmanın girişinden izliyorlar. Koltuğu işaret edip “oturun” dedim, kikirdeye kikirdeye geldiler, “buraya mı oturacağız? yolun ortasına?” dedi Virginia, ben “he” deyince oturdular. Işığı filan ayarlamaya çalışıyorum. O sırada Eric “Meren, araba geliyor” dedi. Virginia “ya kalkalım adam geçsin, sonra çekeriz, ay” diyerek Eric’in sözlerini bir bayan zarafeti ile tekrar etti. Fotoğrafçı oturun dedikten sonra siz nereye kalkıyorsunuz? Bunlara ben Ege şivemle “töngümeyin, kürdüşmeyin bakem! gömüveğcem ikinize de şindi!” diye nasıl bağırdıysam hiçbir yere kımıldayamadılar. Deklanşöre bir bastım, bir daha bastım, sonra zaten her şeyi toplayıp içeriye kaçtık. Fotoğraflara evde baktım, ikisi de birbirinden güzel, en azından ben çok beğendim. İlki bu:

SB-600/SB-900 ikilisi ile ziyadesiyle mutluydum. Fakat SB-900’ün fotoğraf makinesine takılı olmak zorunda olması durumu beni iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştı. Ben de gidip bir uzatma kablosu aldım (eBay’de var bir tek ve o satıcı da Hong Kong’da, fiyatı ise çok makul). Şöyle bir şey bu arkadaş:

İki gün önce elime ulaştı, gayet güzel iş görüyor, boyu ziyadesiyle uzun, sürpriz şekilde kaliteli de. Az önce hemen dışarı çıkıp bir iki deneme yaptım. SB-900 kablo ile fotoğraf makinesine bağlı, SB-600 ise SB-900’e senkron:

Bu kablo sayesinde daha çeşitli strobist soytarılıkları yapmak mümkün (bu “ışıkla duş alıyordum” fotoğrafı):

Böyle süslenmişim filan gibi olmuş ama vallahi değil. Ron gillerden geliyorduk, evden kabloyu ve flaşları aldığım gibi dışarı çıktım (bu arada boynumdaki fular Ali Işıngör‘ündü, son İstanbul ziyaretimde bana hediye etmişti, vallahi entel olan o, ben soğuktan takıyorum (geçenlerde bir taktım, alışkanlık yaptı, şimdi çıkarınca -çok afedersiniz- çıplak hissediyorum kendimi (halbuse değilim yani))). Neyse. Bu yukarıdaki fotoğrafın “duş bitti saçlarımı kuruluyorum” fotoğrafı, yukarıdakine göre biraz daha doğru pozlanmış:

Ayrıca bu flaşlarla yapabildiğimiz tek şey dışarılara çıkıp insanların garip bakışları arasında kendimizin fotoğrafını çekmek mi? Elbette hayır. Evde bir şemsiyenin altına girip Duygu kişisinin bir-iki hafta evvel yaptığı Fırat heykellerinin fotoğrafını da çekebiliyoruz. Şu Fırat’ın üzerindeki ışığın yumuşaklığına, Fırat’ın tatlılığına bakın:

Son birkaç yazı üst üste ekipman yazısı oldu (“son birkaç yazı” dediğim de son iki yazı altı üstü .. bilemiyorum ne olacak benim bu halim). Elbette ekipman yazılarının bir sonu var. Hatta bu yazı belki de uzun süreliğine sonuncusu idi. Bu arada yoğunluğum devam ediyor aslında ve küçük bir ara henüz sona ermedi.. Bunlar hep siz sıkılıp beni unutmayın diye. Maksat ayağınız alışsın. Öptüm, bay.

PS: Yıl oldu 2010. Benim alışkanlığım değil böyle günlere dair bir şeyler yazmak, fakat Okan Akan güzel bir yazı yazmış, bir sürü de fotoğrafa bağlantı vererek kendi seçkisini sunmuş, sonra “aa biz bilmiyorduk, okumak isterdik, görmediydik” demeyin: http://insanveimge.blogspot.com/2010/01/benim-yasadgm-2009-ce-la-vie.html