Çekirdek Satarken Büyüyüp Beton Sularken Küçülmek
O zamanlar vaktimin büyük çoğunluğunu Kenan Evren’in başlattığı okuma seferberliği kapsamında yayınlanan T.V. programlarını izleyerek geçirdiğim için 4 yaşımda okumayı bilen bir çocuktum (annem her yerde bana bir şeyler okuturdu, çok utanırdım). Halbuki eğitim sisteminin bu erken okumanın sebep olacağı komplikasyonlar yüzünden beni ıskalayacağını bilse idi, en başta Kenan Evren mani olurdu bu işe.
Fakat olmuştu işte bir kere. Annem de ilkokul matematik kitapları, oradan buradan bulduğu ansiklopedi fasikülleri ile yangına körükle gidiyordu.
O zamanlar oturduğumuz muhitte Salim diye bir çocuk vardı. Ben ne zaman dışarı çıksam bu çocuktan sopa yerdim. Biraz da bu yüzden dışarı çıkmak benim için travmatik bir hal almıştı ve iyice ansiklopedilere filan gömülmüştüm (ansiklopedik bilgilerle dolup taşıyordum üzerinize afiyet, çok çok bilgili bir çocuktum, birçoğunu da hâlâ hatırlarım bak: Tunus bayrağı (özgün değil ama güzel), II. Murat (adaşım padişah (artık değil, çünkü cumhuriyet kurulmuş)), François Mitterrand (Fransız bir bey, Fransa’nın isim babası (ya da tam tersi, bir isim alma verme olayı var)), magma (dünyayı yumurta gibi ikiye kestikleri ilüstrasyonlarda yumurtanın sarısına denk gelen şey (çok sıcak)), proton (madde mi ne, ama çok küçük (küçük madde)), Tour de France (acı çeken yüz ifadeleri ile yokuş yukarı bisiklet süren taytlı abiler (yazık biraz)), … daha gider bu böyle). Bir ara Salim’e çok kızdım, ama kızmıyorum artık. Muhtemelen evde babasından sopa yiyor, dışarı çıkınca da başkalarını dövüyordu. Kendisinin kişisel gelişimine attığı tokatlara öteki yanağımı çevirermek sureti ile bir nebze olsun katkıda bulunabildiysem, ne mutlu bana. Sonra oradan taşındık. Salim’i de bir daha görmedim.
***
5 yaşımda iken annemle beraber Ankara’daki Samanpazarı’na gidip bir çuval çekirdek satın almıştık (sene 1985, Samanpazarı denen bir yere gidiyoruz, o esnada henüz haberim yok, fakat Samanpazarı’nın aslında ‘saman pazarı’ filan olmadığını öğrenerek yaşayacağım büyük bir hayal kırıklığının arefesnideyim aslında (çocukluk ne zordu be, hayal kırıklıklarının bini bi’ para). Annem benim bu işten hiç kâr edemeyeceğim riskini ne kadar değerlendirmişti bilmiyorum, fakat bir çuval çekirdeğin parasını çat diye verip almıştık. Takip eden 2 ay boyunca her öğleden sonra bu çuvaldan alınmış bir torba çekirdeğin, gazete kağıdından yapılmış ve iç içe geçirilmiş külahların, kazanılan paraları koymak için kullanılacak boş bir turşu kavanozunun içinde olduğu karton kutuyu ve üstüne oturacağım minderi kucağıma alıp işe, yani arpatmanın önündeki duvara etrafa baka baka beklemeye başlamak üzere oturmaya giderdim.
O zamanlar bakkallar dışında Ankara 100. Yıl Sitesi’nde çekirdek satan bir kişi bile yoktu. Fakat insanların çekirdek satan bir çocuğa alışmaları pek zaman almadı. Kısa süre içerisinde benden hemen her gün çekirdek alıp, kâh gider ayak, kâh yanıma oturup sohbet etmeyi alışkanlık haline getirmiş yaşlı amcalar, teyzeler türedi. OTDÜ’lü abiler ablalar gelip ‘1.7 bardak’ ya da ‘2.3 bardak’ çekirdek isteyerek, ya da “şu kadar paraya ne kadar külah çekirdek olur?” diye sorular sorarak matematik becerimi test eder, “paranın üstünü yanlış verdiniz galiba, doğru olduğuna emin misiniz?” diyerek iki saat beni -son derece ciddi bir şekilde- hesap kitap konusunda konuştururlardı (o zamanlar R harflerini söyleyemiyordum, dolayısıyla her Lira deyişim benim için işkence, onlar içinse muhtemelen eğlence sebebi idi).
Oturduğum duvarın, Ankara’nın yaz akşamlarında 100. Yıl İşçi Sitesi insanlarının bir kısmının benden çekirdek aldıktan sonra üzerine oturup gelene geçene bakarak çekirdek yedikleri ya da sohbet ettikleri bir yer haline gelişini izledim. Öte yandan o yıl çekirdek işi pek kârlı geçmişti (ettiğim kâr ile 5 çuval daha çekirdek alabilirdim (“paranın üstü yanlış galiba” diyenler haklıydı belki de)). O yaşta ikisiyle de yapabileceğim bir şey yoktu elbette, fakat ‘duvar’, paradan daha çok ilgimi çekmişti bana kalırsa. Zira “eğer ben bu duvarın üzerinde olmasa idim bu insanlar orada olmayacaklardı” hissinin tekrarını çok yaşadım.
İnsanın varlığı ile bir şeyleri etkilediğine şahit olması, bu evrendeki mevcudiyetini kendine ispat etmesini sağlayan çok önemli bir süreç bence. Etkileri ölümlerinin ardından da devam eden insanların varlıklarını sürdürdüklerine dair sıcak düşüncelerin temelinde de, varlığımızı, varlığımızın gözlemleyebildiğimiz etkileri ile ilişkilendirme alışkanlığımız yatıyor olsa gerek.
Peki.
1985 yazı paranın önemini anlamam için iyi bir fırsattı muhtemelen, fakat, belki de henüz çok küçük olduğum için, tüm bu olaya dair başka bir şeyden keyif almıştım.
Para hâlâ herhangi bir yol ayrımındayken karar verme sürecimi etkileyen faktörlerden birisi değil.
***
Sonraki yaz mahallede başka çekirdekçiler türedi. Gidip öyle çat diye bir çuval çekirdek alacak durumumuz da yoktu muhtemelen. Hem zaten ben de R harflerini az-çok söyleyebilmeye başlamıştım, tatlılık faktörü filan da ortadan kalkmıştı yani. O yaz farklı bir meşgale içinde buldum kendimi. O zamanlar 100. Yıl İşçi Sitesi’ndeki 15 katlı kooperatif inşaatları devam ediyordu (uzun yıllardır Arabistan’da olan babamın ortaklarından birisi olduğu bir şirket yürütüyordu bu inşaatları). Ben de inşaattaki kalıpları çakmak için kullanılmış, kalıpların sökülmesi esnasında ise ortalığa saçılmış olan yamuk çivileri yerden toplayıp çekiç ile düzelttikten sonra şantiyeye geri satan bir parazit olarak çalışma ortamına monte olmuştum. Şimdi düşününce nasıl ve kimin uydurduğunu hatırlamadığım ve her gün büyük bir ciddiyetle yaptığım bu “çivi düzelticiliği” işine şantiyedekilerin ses çıkarmamış olmalarına çok şaşırıyorum. Büyük ihtimal benden satın aldıkları çivileri ben şantiyeden çıktıktan sonra çöpe filan atıyor olsalar da bir “bulaşmayın çocuğa, takılıyor işte” havası hakimdi ortama (şimdi güvenlik sebepleri ya da sigorta sözleşmeleri gereği bir çocuğun bir inşaata girmesi mümkün değildir muhtemelen, o zamanlar böyle kasıntı değildi dünya, şimdi çok kasıntı bir yer, ve fakat çocuklar hâlâ ölüyorlar (saçma sapan işler dünyası)).
Çivi düzelticiliği müthiş bir işti ve çok severek yapıyordum, bununla beraber ne zaman beton sulayan bir işçi görsem çivileri çekici filan bırakıp “müsaade ederseniz ben de biraz beton sulamak isterim” demek için yanlarına koşuyordum (daha doğrusu koşmaya başlıyor, beni fark ettikleri anda yavaşlayıp yürüme moduna geçiyordum, epey ciddi bir çocuktum, laubalilik sevmezdim öyle). Velhasılı, eğer nerede olduklarını biliyorsanız, o 15 katlı blokların betonlarında çok emeğim var benim (özellikle de şununkinde). Ben gönüllü olduğumda hortumlar hemen bana teslim edilirdi, parmaklarım buruşup naylon torba gibi olana kadar beton sulardım (garip şekilde şimdi buruşuk parmaklara karşı bir fobim var, bu yüzden plajın kenarında yaşıyor olmama rağmen denize girmiyorum (yazardan psikologlara kavisli bir orta)). O betonları sularken ne kadar önemli hissettiğimi anlatamam. Ben olmasam o betonlar çatlar, o binalar kırılıverirlerdi. Küçük yaşımda omuzlarıma her katında 4 daire olan, 15 katlı, üç kanatlı bina komplekslerinin sorumluluğunu yüklendiğim beton sulamacılığı şampiyonluğu müsabakalarında Tsubasa gillerin gol atamazlarsa kaybedecekler maçlarının yegâne forveti idim. Yerimi çok iyi biliyor, hocalarım görev verdiğinde sudan nasibini almamış bir karış beton kalmayıncaya dek kıvançla çalışıyordum.
İşçiler pek severlerdi beni, ve ben de onları çok severdim. Öyle ki, annemin izin verdiği günlerde öğlen yemeklerini işçiler ile beraber yerdim (çok kısa sürede öğlen yemeklerini işçiler ile yemem rutin bir hale geldiği için izin almanın gerekliliği de kalkmıştı ortadan, ben işçilerin çocuğu olmuştum artık, annem gelip evde yemek yemem için onlardan izin alsındı). O koğuşlardaki atmosferi unutamıyorum ve çok özlüyorum (oradaki güzel insanlardan birisi de Mustafa abi idi misal, kendisini çeyrek asır sonra Barhal’da gördüm, şuradaki yazıda var kendisi).
Kürt ve Karadenizli işçilerin koğuşları ayrı idi. Öyle pek fazla bir araya da gelmezlerdi. Bense iki kere üst üste aynı koğuşta yemek yemez, bir gün o koğuşa diğer gün bu koğuşa giderdim. O zamanlar neden bir araya gelmemek için özen gösterdiklerini anlayamazdım elbette. Bir keresinde Süleyman abiye bu garipliğin sebebine dair bir şeyler sorduğumda kendisinden “boşver Muratçığım ya, uzun hikaye” yanıtını almıştım. Her söyleneni sözlük anlamı ile alan çocuk aklım “ne kadar uzun olabilir ki” diye epey düşünmüştü (yıllar geçtikçe hikayenin aslında ne kadar kısa olduğunu anladım: birkaç şovenist siyasi manevra bu insanları birbirine yok yere küstürmüştü; Zaza Süleyman’ı şimdi görsem de anlatsam keşke). Hasbelkader benim orada olmadığım bir gün, işçilerin bir sebepten ötürü birbirlerine girdiklerini öğrendim. İnsanlar yaralanmıştı. Birisi birisine “taş ve sopalarla birbirlerine girdiler” diyordu. Aklım almıyordu (en başta madem taş var, neden uzaktan atılmıyordu?). Kimseye doğru soruları soramıyordum (“neden kavga etmişler?” sorusunun makul bir yanıtı yoktu, çocuk olduğum için soru sorma hakkım hemen tükeniyordu). Bu olay beni epey üzmüştü. Sanırım beni bu kadar seven insanların aslında birbirlerini -hakkında hiçbir fikrim olmayan bir sebepten ötürü- sevmiyor olduklarına bu seviyede şahit olmak bana çok zor gelmşti (muhtemelen annesi ile babası ayrılan çocuklar da benzer bir kafa karışıklığı yaşıyorlar).
Bir süre kimse ile konuşmayıp ve hiçbir iş yapmadan ellerim cebimde, at hırsızı gibi dolandım aralarında. Beni yamuk çivilerle, sulanmayı bekleyen betonlarla, sucuklu yumurtalarla kandırmaya çalıştılar. Bir-iki gün dayanabildim (barışın yokluğuna üzülenlerin yorgunluğu kurşun gibi olurmuş, bırakacak yer ararlarmış meğer). Ortada duruma çok içerleyen birisinin olması birilerinin birilerini sevmesini sağlamıyordu (hepsi benim ne istediğimi çok iyi biliyorlardı, fakat bana önerebilecekleri çözümler yamuk çiviler filandı).
İnsanın ne yaparsa yapsın değiştiremeyeceği gerçeklerin de var olduğuna şahit olması zor. Yine de kişi ne kadar küçük olduğu gerçeği ile kendisine gereğinden fazla önem vermeye başlamadan tanışması bence çok hayırlı.
O yıl pek para kazandığımı söyleyemem.
***
Formspring’deki gelen kutumda bekleyen anonim bir soru “mesleğini yaparkenki motivasyonun nedir? paranın mesela, yeri nedir?” diyordu.
Fırsattan istifade, bu hayatta konvansiyonel anlamda hiçbir motivasyonum olmadığını itiraf etmeliyim. Çoğu zaman bir şeyleri para için yapmaya tenezzül etmeyecek kadar önemli, insanlık için yapmaya kalkışmayacak kadar önemsiz hissediyorum (muhtemelen ikisi de pek sağlıklı değil, ama sağlık olsun). Bu hislerin kökleri belki de artık iyice silikleşmeye başlamış olan çocukluk yıllarıma kadar gidiyordur, bilemiyorum.
Mesleğimi yaparken bir motivasyonum yok, hiçbir işe bir motivasyonla başlamadım. Ama 20 yıl önce çekirdek satarken duvarda oturan insanlar görüp kendime dair, 15 yıl önce Didim’de bir markette çalışırken Pelin isimli bir kıza aşık olup başkalarına dair, birkaç ay önce üzerinde çalıştığım veri içerisindeki bir örüntüye raslayıp doğaya dair bir takım kapılar araladım. Her biri birer kartpostal gibi. Şimdi sorsalar bunları bu şekliyle, bu sırada yaşamak fena değildi, aynısından bir tane daha rica edebilir miyim derdim (belki ek olarak Pelin’in de bana aşık olmasını filan isteyebilirdim mesela). Nasıl bir motivasyon bana bunları bu sıra ile verebilirdi, bilemiyorum. Motivasyon insanın büyüyüp engellere yoğunlaşmasına sebep oluyor. Halbuki küçülüp altından geçmek de bir ihtimal.
Bu yıl üniversite tercihlerinin yapıldığı dönemde birçok kişiden öneri isteyen mesajlar aldım. Sanırım bir şekilde -en azından bu sayfaları okuyanların bir kısmı üzerinde- ne yaptığını bilen, sistemli, programlı bir insan izlenimi yaratıyorum. Halbuki tam aksine, genellikle bir ölçek karmaşası içerisinde yaşıyorum. Kendine bir yol çizmek isteyen ve teveccüh gösterip fikirlerime güvenen insanlara gerçekliğine ve önemine inanmadığım şeyler söylemek hiç işime gelmiyor (yoksa hepinizin mesajları bana ulaştı, hepsini okudum arkadaşlar).
Bunu idrak etmekte çok zorlandım, fakat bu hayatta raslantılar dışında neredeyse hiçbir şeyin hükmü yok.
İnsanlar hasbelkader içine doğdukları bu sistemin kendilerini sahip olmaları gerektiğine inandırdığı şablon motivasyonlardan, içini doldurmaya teşvik ettiği insan kalıplarından silkelenip arınmalı. Yakında ölecek ya da doğalı çok olmamış kişilere anlatmaya çalışıldığında anlamsız duyulacak hedeflere talip olmamalı, ne yaptığını bilmeyen birisi olmaktan ziyade, bu hayatta ne yaptığını biliyor olanlardan olmaktan korkmalı. Çünkü var onlar o kadar kaybolmuş olmak ki nerede ne yapıyor olduklarına dair bir silik bir kibirle yaşıyor olmak.
Kurt Vonnegut şöyle demiş zamanında:
“We are here on Earth to fart around. Don’t let anybody tell you differently”
(“Sersem sersem dolaşalım diye buradayız. Kimsenin size farklı bir şeye inandırmasına izin vermeyin”)
Adam büyük olasılıkla haklı.