Bir takım sırlardan, hele de onları açıklayacaklarından bahseden insanların neredeyse hiçbir zaman o sırlara mazhar olmadığına dair deneyimleriniz bu yazının sonunda olsa olsa perçinlenmiş olacak. Başlığın ise karizmatik duyulmaya çalışmaktan başka bir numarası yok. Bu yazıda daha çok zaman içerisinde edindiğim teknik anlayışa dair ipuçları vereceğim, dilerim bunlar içinden üzerine düşününce “hmm” diyeceğiniz şeyler de çıkar.

Yazı içerisinde ilk önce ışıktan sonra da fotoğraftaki ışık dağılımı ile ilgili fikir veren ve neredeyse her fotoğraf makinesinde, her görüntü işleme uygulamasında bulunan histogramdan bahsedeceğim. Umuyorum bu yazı son zamanlarda bana sıkça sorulan sorulara bir yanıt teşkil edecek.

Lütfen yazı boyunca yazdıklarımın benim için o şekilde oluyor olmasının herkes için o şekilde olacağı anlamına gelmediğini göz önünde bulundurun. Bunlar tamamen kişisel tercihler ve deneyimler.

***

Fotoğraf basit gibi görünen fakat derinlerine inmek isteyeni de yarı yolda bırakmayan bir mevzu. Her fotoğraf, çeşitli derinliklerde birçok tercihin yapılmasının ardından ortaya çıkıyor. Bu tercihler bir konu seçip bu konuya dair entelektüel bir bakış açısı geliştirmek kadar soyut olabileceği gibi, “hangi lens?” sorusuna bir yanıt bulmak kadar teknik olabiliyor. Bununla beraber “hangi lens?” sorusunun yanıtı ele alınan mevzunun anlatımına dair spesifik bir duruş ortaya koyma kaygısı güdebileceği gibi, tamamen pratik nedenlere de dayanabiliyor. Bu bağlamda çekilen her fotoğraf çeken kişinin hem sanatçı hem zanaatçi bakış açılarından çeşitli miktarlarda besleniyor. Bu geniş yelpaze içerisinde Japon turistler de, James Nachtwey de, Zhou Xiaohu da, Ara Güler de bir yerlere denk geliyor. Geçen yıllar boyunca fotoğrafın üretim sürecinin neredeyse “mekanik” tabir edilebilecek adımlarında yapılan en önemli seçimler ve bu seçimlerin ortaya çıkan fotoğrafın son hali üzerinde ne kadar etkili olduklara dair şunu keşfettim:

  • Işık koşullarını seçmek ve gerekiyorsa elde olanı istendiği şekilde modifiye etmek işin yarısı.
  • Kullanılan lens ve onun kalitesi kalanın yarısı.
  • Kullanılan makine ve onun kalitesi kalanın yarısı.
  • Dijital düzenleme de geriye kalan.

Bu manifesto son derece samimi, geçen yıllarla kafamda daha da perçinmiş olan bir fikri anlatıyor. Elbette bu işin yalnızca “estetik fotoğraflar nasıl çekilir” kısmı ile ilgili. Bir avuç insan haricinde pek kimsenin umurunda değilmiş gibi görünen “anlamlı fotoğraflar nasıl çekilir” kısmı da zaten listeler ve içlerindeki maddelerin ağırlıkları ile anlatılabilecek bir şey değil.

Fotoğrafın hadisesinin tamamı, bana göre, “var olanın kesinliğine rağmen onu eğip, büküp yeniden oluşturmak” ile ilgili. Yukarıdaki maddeler için de geçerli bu. Yani ışık koşulları istendiği gibi değilse, lens bu boşluğu elbette bir miktar doldurabilir. Ya da ışık çok doğru seçilirse kullanılan fotoğraf makinesinin kalitesinin ortaya çıkacak olan üzerindeki hakimiyeti azalabilir. Ya da lens kromatik sapmaya sebep oluyorsa bu dijital düzenleme esnasında bir noktaya kadar tamir edilebilir, vesaire. Fakat ağırlıklar yaklaşık olarak yukarıdaki gibi; dolayısıyla ilk adımlardaki tercihlerinizde çuvallarsanız sonraki adımlarınızda bunu toparlamanız ya da değiştirmeniz imkansızlaşıyor bence (vizeden çok düşük not alınca finalden kaç alırsanız alın A getiremezsiniz (bunun daha doğrusu da şöyle: bir dersten A almayanların çok büyük kısmı çuvallamaya vizeden başlamışlardır (analoji bulma konusundaki kabiliyetsizliğim işleri bu noktaya kadar getirdi, evet, dersten iyi not alma örneği verdim, yanlış okumadınız))). Yıllar önce, henüz fotoğrafa dair pek daha az şey bilirken Fotokritik’te gördüklerimden sonra farkına vardığım ve orada profilime yazdığım basit bir düşünce vardı, halâ geçerliliğini koruyor:

Kötü bir fotoğraf üzerinde yapılacak dijital düzenlemeler sonucu ortaya çıkacak olan şey en iyi ihtimalle -yine- kötü bir fotoğraftır. Beğenmediğiniz fotoğrafları görüntü işleme uygulaması başında adam etmeye çalışmayın, onları insanlarla paylaşmayın. Silin onları, beğendiğiniz fotoğraflar çekin.

Ben sözümü tutuyorum ve çoğunlukla beğendiğim fotoğrafları çekiyorum; daha vizörden dahi bakmadan önce ışığını beğenmiş oluyorum. Konuya dair tercihler ve kaygılar bunun öncesinde kalmış, kompozisyon, perspektif, kadraj, pozlama gibi daha kişisel tercihler ise bunun hemen ardından gelecek oluyor. Arada kalan zaman diliminde sürekli ışığa odaklanıyorum. Beynimde, gözün baktığı yerdeki ışık farklılıklarını onarmaktaki ustalığından faydalanmayan, yılların deneyimi ile daha çok bir fotoğraf makinesi gibi düşünmeyi öğrenmiş bir öbek nöron mütemadiyen ortamdaki ışığın dağılmışlık kalitesini, ışık şiddetini, kontrastı, ışık sıcaklığını ölçerek kafamdaki histogramı güncelliyor. Beğendiğim bir şey çıktığında da çekiyorum (benimle yeterince vakit geçiren insanlar kimi zaman bir obje üzerindeki ışığa bakıp koyunların yeşil bayırlara baka baka melemesi gibi melediğimi pek iyi bilirler ;)).

Salih Bıçakçı‘nın önceki yazılardan birisine yazdığı yorumda sorduğubu renk tonlarının ve ışığın doğallığının sırrı nedir?” sorusunun ikinci kısmının yanıtı bu işte. Işığın doğal, dağınık olduğu yerleri arıyorum. Bulduğumda çekiyorum. Tonlar ise benim basit, kişisel tercihlerim. Tonlar ile ilgili bir detay ise onların ışık dağılımı müsaade ettiği ölçüde ortaya çıkabiliyor olmaları (histogram ile ilgili kısımda daha çok ortaya çıkacak bunun ne anlama geldiği)). “Peki istediğin ışıkları genellikle nerelerde buluyorsun?” diye sorabilirsiniz:

  • Güneşli günlerde ortamın geri kalanındaki sert ışık sebebi ile her yerden delice seken fotonların son derece tatlı bir denge yarattığı bina ya da duvar gölgeleri tercih ediyorum,
  • Gökyüzünü koca bir soft-box’a dönüştürerek her dalga boyunu hiç yorulmadan görmeyi sağlayan bulutlu havaları tercih ediyorum,
  • Kapalı gibi” olan mekanları seviyorum (yani ışığın bir ya da birkaç aralıktan sızdığı ve sıra dışı sayılabilecek bir atmosfer yarattığı yerleri (bu atmosferin ışık kaynağı bir oda içerisindeki iki pencere ya da iki binanın arasında yukarıya bakınca o binaların gökyüzünde yarattığı koridor olabilir örneğin),
  • Doğru zamanda dışarıda olup ışığın istediğim sıcaklıklarını yakalıyorum.

Tüm bunlar elbette benim naçizane tercihlerim. Her zaman da olmuyorlar. Kimi zaman konu ile ilgili kaygılar fotoğrafın estetiği ile ilgili kaygılarımın önüne geçebiliyor, fotoğraf çekerken ışık koşullarına dair bir söz söylemem söz konusu bile olmuyor, kimi zaman da sırf ışık yüzünden ve ışık uğruna fotoğraf çekilebiliyorum. Kimi zaman ışık kalitesi genel olarak istediğim gibi olmasa da kadrajı ona göre seçip ışığın yerel olarak kaliteli olduğu kesitleri seçip çıkarma yoluna gidiyorum, kimi zaman ise ortamın merhametsiz ışığını elimden geldiğince yola getirmeye çalışıyorum. Kanımın son damlasına kadar savaşıyorum yani, “eh bu kadar oldu, kalanı da bilgisayar başında” demiyorum. Bu böyle. Uzatıp kendimi tekrar etmeyeyim (insan yaşlandıkça o yönde bir eğilim böyle soldan soldan geliyor yalnız, onu da fark ediyorum yani). Biraz da histogram mevzusuna değineyim.

***

Histogram, hemen her dijital fotoğraf makinesinde, aklınıza gelebilecek neredeyse her görüntü işleme uygulamasında bulunan çok basit bir fonksiyon. Gösterdiği şey ise fotoğraftaki ışık şiddetinin dağılımı. Bunu da “simsiyah” ile “bembeyaz” aralığını koyudan açığa doğru 256 gölgeye böldükten sonra bu gölge skaladasındaki her bir tona, fotoğraf içerisindeki kaç pikselin denk düştüğünü hesaplayarak yapıyor. Sonucunda Y ekseni piksel sayısı, X ekseni ise simsiyahtan bembeyaza doğru 256 adet gölge olan bir grafik çıkıyor. Eğer bu söylediklerimi güzelce okuduysanız az sonra örneklere bakarken her şeyin yerli yerine oturması lazım, fakat yine de iyice pekiştireceğini umduğum bir iki şey daha söyleyeyim:

  • Eğer fotoğraf tek bir pikselden oluşuyor olsa idi ve bu piksel de siyah olsa idi bu fotoğrafın histogramı en sola dayalı, bir uzunluğunda bir bardan ibaret olurdu.
  • Eğer o piksel beyaz olsa idi bu fotoğrafın histogramı en sağa dayalı, bir uzunluğunda bir bardan ibaret olurdu.
  • Eğer o piksel gri olsa idi bu fotoğrafın histogramı ortalarda bir yerde, bir uzunluğunda bir bardan ibaret olurdu.

Bir fotoğrafı çektikten sonra dijital fotoğraf makineniz veya görüntü işleme uygulamanız ile histograma göz atabilirsiniz. Aşağıdaki örnekler bir fotoğraf makinesinden ya da bir görüntü işleme uygulamasından değil, fakat sizin göreceğiniz şeyler de aşağı yukarı bunlara benzer olacak. Örnekleri hazırlarken tek tek ekran çıktıları alıp fotoğrafların altına eklememek için, kendisine parametre olarak gönderilen 800 piksellik bir fotoğrafın altına onun histogramını hesapladıktan sonra ekleyen küçük bir program yazdım(kodu da burada: http://codepad.org/DcGnkLBC (bunun ne olduğuna dair hiçbir fikriniz yoksa boş verin, ihtiyacı olan birileri çıkar belki diye çöpe gideceğine bir yerde dursun istedim)).

Bir fotoğrafın histogramına baktığınız zaman görmek istediğiniz şey çoğunlukla ortalaması X ekseninin ortalarında bir yerlerde olan bir çan eğrisi oluyor. Fakat elbette bunun ne kadar ezber bir yaklaşım olduğunu zamanla öğreniyorsunuz. “Histogramın şöyle görünmesi gerekir” diyenlerin, “fotoğraftaki objelerin yerleşimi üçte bir kuralına uymalıdır” diyenlerden pek bir farkı yok. Fakat bilmekte sakınca da yok, sonuçta bu tip öğretilerin ezber olduğunu ezberlemek de en az onların kendilerini ezberlemek kadar verimsiz.

Aşağıdaki fotoğraf çok eskilerden çektiğim bir fotoğraf, histogramına, yani ışık şiddeti dağılımına baktığım zaman herkesin görmeyi çok istediği çan eğrisine pek güzel uyduğunu gördüm (bir de eskiden ne kadar yalnız hissedermişim onu gördüm (kikirt)):

Bununla beraber ben yukarıdaki gibi harika çan eğrisi dağılımlarından ziyade daha düz, ışık şiddetinin daha eşit bir şekilde tüm skalaya dağıldığı ışık koşullarını seçmeyi daha çok seviyorum:

Yukarıdaki gibi bir dağılım bulması pek kolay olan bir dağılım değil. Pozlamayı doğru yapmak gerekiyor en başta (pozlama değerleri zamanla oturuyor insanın kafasında). Ortamdaki ışık miktarı kadar seçilen kadrajın da pozlama değerinde ve dolayısıyla ışık dağılımında etkisi var tabi. Bu tip nispeten düz ve eşit dağılımlar asal sayılar gibi geliyor bana hep, gördüğüm zaman “aah ah” diyorum.

Örneğin renkli fotoğraflarda bu tür eşit dağılımlar tonların tüm güçleri ile ortaya çıkmasına vesile oluyor. İnsan gözü ile bakıldığı zaman görülemeyen ve fotoğrafı çekildiğinde neredeyse sentetik gelecek kadar huzur verici olan bu dengeyi yakalamak için histograma çektikten sonra değil, çekmeden önce bakmak lazım (bunun da iki yolu var, ya gördüğünüz her yerin fotoğrafını çekip ekrandan histograma göz atmalısınız, ya da bu mevzuya birkaç nöron tahsis edip bu işi içeride, görme işinin bir parçası haline getirmelisiniz (ilk kısımda anlatmaya çalıştığım biraz da bu idi: doğal ışık ile çalışmayı seviyorsanız ışık dağılımındaki kaliteyi fark edip onu doğru bir şekilde kaydetmek için uygun ışığı arıyor olmak gerekli)):

Tabi yukarıdaki eşit dağılımlar yaklaşımım en fazla herkesin en doğrusu olduğunu iddia ettiği çan eğrisi dağılımı kadar standart. Örneğin siyah beyaz fotoğraflar çekerken, yani ortamı siyah beyaz görürken, anlatımın en önemli boyutu ışığın dalga boyu değil tanecik özelliği oluveriyor. Böyle durumlarda canım low-key ya da high-key fotoğraflar çekmek de isteyebiliyor (son zamanlarda çok fazla istemiyor, o ayrı). Çok sevdiğim eski iki fotoğraftan low-key ve high-key örnekleri:

Peki. Şu ana kadar şunları iddia ettim:

  • Histogram çan eğrisi davranışı sergilediğinde tonal dağılım insan gözünün alışkın olduğu, beklediği dağılıma yakınlaşıyor. Fotoğraf da aynen o biçim oluyor (zaten herkes de fotoğrafları o biçim olsun istiyor görünüyor).
  • Histogram ton skalası boyunca tanjantı küçük iniş ya da çıkışlarla seyrediyor ve her ton için yaklaşık değerler veriyorsa fotoğrafta garip bir huzur, doğal olmayan bir doğallık oluyor (külliyen Meren’in uydurması, o biçim olmayan fotoğraflar için bire bir).
  • Histogram bir fotoğrafın soluna yığılmışsa fotoğraf low-key, sağına yığılmışsa high-key oluyor (anlatımın halet-i ruhiyesine istinaden anlam katabiliyor).

Geriye bir tek histogramın hem en sağ hem en solda yoğunluk gösterdiği, ortada ise meydanın bir nebze boş kaldığı uç kalıyor, onlar da ışığın şiddetinin uçlarda olduğu, yüksek kontrastlı fotoğraflara denk geliyor (aşağıdaki histogramda çok belli değil fakat en sağ ve en solda kalın, uzun çizgiler var (gökyüzü ve sudaki yansımalar en sağda, ağacın siluetleri ise en solda, zaten geriye de çok fazla bir şey kalmıyor fotoğraf içinde, bu yüzden orta değerlere sahip ekstrem olmayan piksel sayısı nispeten düşük)):

Bu arada yukarıdaki fotoğraf ile aşağıdaki fotoğrafları hızla bir karşılaştırın. Yukarıdaki fotoğrafta tonların ve ışığın huzurlu dağılımının yerini karşıtlık almış durumda. İşte tam da bu yüzden en başta yazdığım manifestonun ilk maddesi çok önemli. Çünkü yukarıdaki fotoğrafın tonal zenginliğini aşağıdaki fotoğraflara, aşağıdaki fotoğrafların karşıtlığını ise yukarıdaki fotoğrafa dönüştürmek mümkün değil.

Aşağıdaki fotoğrafların histogramlarına baktığınızda ikisinin birbirine çok benzer olduğunu, hatta neredeyse simetrik olduklarını görebilirsiniz (simetrikliğin sebebi ise ilk fotoğrafta koyu, ikinci fotoğrafta ise açık tonların ağırlıkta olması ve renk sıcaklıklarının farklı olması (birisi akşam üzeri, diğeri öğlen çekilmişti)).

Bu iki fotoğrafı (ve bir alttaki fotoğrafı da) ilk kısımda bahsettiğim, “sevdiğim ışık koşullarını nerelerde bulduğum” sorusuna verdiğim yanıttaki kapalı gibi olan ve ışığın sıradışı sayılabilecek bir atmosfer yarattığı mekânlara örnek olmaları için seçtim. Fotoğraflar farklı makineler ve farklı lensler ile yaklaşık bir yıl ara ile çekilmişler. Fakat fotoğraflardaki gölgeler ve kontrast arasındaki benzerliği kolayca fark edebilirsiniz.

Aşağıdaki fotoğrafta bulutlar gökyüzünü kocaman bir soft-box’a çevirmiş durumda. Bu fotoğrafta gölge olmasını beklediğiniz yerde aslında hiç gölge olmamasına dikkat edin (histograma bakarsanız yukarıda sevdiğimi, gözümün seçtiğin söylediğim dağılıma sahip olduğunu da görebilirsiniz (bu arada elbette ben bunları çektikten sonra histograma bakıp “aa işte bu aradığım histogram” demiyorum, daha çok ben genellikle bu ışık koşullarını arıyorum, histogramlar arasındaki benzerlik de oradan geliyor)):

Bunları da bildiğiniz öylesine koydum. Göz atıp histogram mevzusunu daha iyi kavramak için kullanabilirsiniz.

Özetle ben bir fotoğrafçı olarak ışığı görmeyi, onu arayıp bulmayı seviyorum. Estetik kaygılarımın çok büyük kısmını, neyin fotoğrafını neden çekeceğime, hatta hangi lens ve fotoğraf makinesi ile çekeceğim karar vermiş olduğum an ile vizörden bakara perspektif, kompozisyon ve kadrajı ayarladığım an arasındaki zaman diliminde arıyorum. Örneğin son zamanlarda nesnelerin gölgelerinin kaybolduğu ışık koşullarından keyif alıyorum, çünkü projesiz, yeteneksiz bir fotoğrafçı hayatı yaşıyorum, bu dönem estetik tercihlerimden birisi bu yönde. Fakat bu değiştiğinde işimi yine ışık ile görmeye devam edeceğim. İşin teknik kısmına nasıl yaklaştığıma dair sırlarım bunlar.

Karışık anlattığımın farkındayım. Birçoğunuzun bildiği şeylerden bahsetmiş de olabilirim. Bu yazıya “iyi de fotoşapı açınca neye basıyon onu bi de? saçüreyşın kaç? kontras kaç?” diyenlerin denk geleceğini de biliyorum (onlar bazen bana e-posta atıyorlar, “ama mevzu o değil, böyle böyle şeyler var” diye yanıt yazdığımda hakaret dolu yanıtlar yazarak hayatıma renk katıyorlar). Fakat yazının başında dediğim gibi, dilerim bir kısmınız “hmm” demesine sebep olacak şeylere denk gelmiştir.