Bazen de böyle işte. Ben de bilmiyorum ki. Misal az önce hatırladım, Google’da aradım buldum: bir keresinde Twitter’da “Yazmadıkça daha çok yazmıyor insan. Halbuki çat diye yazmak lazım. Hepimiz öleceğiz. Ciddiyetin lüzumu yokdemişim. Ele verir talkını kendi yutar salkımı. Çat diye yazmak lazımsa yaz madem? Kime bu tafra? Cevab veremedi.

Zaman zaman bu günlüğün sayfalarında “kimse için yazmıyom ki; kendime yazıyom ben koçum, kendimeeee” tadında laflar ettiğim oluyor. Görünen o ki bu önerme yanlış olmasa da kendisi madalyonun sadece bir yarısı. Nitekim aylar sonra bugün yeni bir blog yazısı yazıyor oluşumun gerçek sebebi geçen hafta 5 Facebook yorumu, 1 e-posta, son olarak blog’daki son yazıya gelen 2 yorum yoluyla bana ulaşan “günlük yaz” mesajları oldu (sekiz kişi sorunca hepiniz sormuş sayıldınız, geçmiş olsun).

Bu yazının önemli bir kısmını günlüğe yazı yazmaya ara verişimin sebeplerini hatırladığım kadar irdelemek istiyorum. Maksat arşiv olsun. Ha yine ‘kendine’ yazıyon yani? Tamam tamam, okuyacaklar için de yazıyorum lan. Ama işi gücü olanlar doğrudan resimli kısımlara atlayabilir.

Peki.

Yazmaya ara verişimin üç sebebi var. Bunları önem ve ciddiyet sırasına göre sizler için sıraya koydum.

***

Sebeplerden ilki Türkiye’deki “Gezi Parkı” olayları idi. 

Buradan gururla izlediğim direnişin ilk gününden itibaren yazmaya dair tüm enerjimi özellikle Twitter’da Gezi Parkı ile ilgili gelişmeleri daha geniş kitlelere ulaştırmaya çalışmaya ve sokak ile işbirliğine ayırdım.

Vaktinde Occupy Wall Street hareketini çok yakından takip etmiş, hatta bu isyan bayrağı Türkiye’de açılınca kendi kendisini sansürleyiveren CNNTürk’e canlı yayın konuğu olup Occupy Wall Street’in ne olup ne olmadığına dair demeç filan vermiştim. O olayları takip etmiş olmanın da deneyimi ile Gezi Parkı protestolarının hangi yöne gitmemesi gerektiğine dair bazı görüşlerim vardı. “Asıl mevzu Gezi Parkı ve ağaçlarından daha büyük” diye düşünüyor, by hareketi “AKP karşıtlığından çok ‘bu ülkede bir şeyler değişmeli’ diyen halkın otorite baskısına karşı direnişi” olarak görmek gerektiğine inanıyordum. Çünkü bana göründüğü kadarı ile bu hareketin yol açacağı değişim vaktinde benzer baskılara maruz kalmış AKP seçmeninin de refahını teminat altına alabilirdi. Gücü otoritenin elinden alıp halka iade etmenin halkın hangi kesimine zararı dokunabilirdi ki? Tek problem bunu insanlara doğru şekilde anlatmak idi. Belki eline kalemi alıp bu hareketin manifestosunu yazacaklara ışık tutar ümidi ile birkaç arkadaş bir araya gelip Gezi Parkı Protestoları: Zaman Çizelgesi ve Sokağın İstekleri başlıklı bir yazı bile yazdık. Yazının gördüğü ilgi epey ümit verici idi. Fakat daha sonra Taksim Dayanışması “taleplerini” yayınladı. Salt Gezi Parkı ile sınırlı, Antakya’da, Eskişehir’de, Ankara’da sokağa çıkan halkı neyin sokağa çıkarttığını umursamayan o burnu büyük İstanbul elitisti esintili tavır beni epey hayal kırıklığına uğrattı. Neden hayal kırıklığına uğradığımın detayları burada.

Taksim Dayanışması’nın açıklamaları ile beraber Gezi Parkı defterini kapattım. Ne bekliyordum bilmiyorum. Fakat bunu beklemiyordum belli ki. E ama senin küsesin varmış Meren. Belki de öyle gerçekten. Neye alındığını bile bilmeyen, ama her şey alınan yaşlılar gibiyim.

Küçükken mahallenin arkadaş olmak için elimden geleni yaptığım çocukları, inşaatlarda beton sulayarak, çivi toplayıp düzelterek kazandığım paralarla “belki birlikte oynarız” ümidiyle satın aldığım plastik topları aralarına kabul ederken bir yolunu bulur beni oyundan atarlardı. O şaşkınlık verici haksızlığın içinde yeşerttiği utanç, kızgınlık ve hayal kırıklığı duyguları bir çapa olur, Meren paşayı taç çizgisinin kenarına demirlerdi. Bu hislerin ağırlığı ile eve gidemez, taç çizgisinin kenarından ellerim cebimde, yüzümde solgun ve neden orada olduğundan habersiz, utanç verici bir tebessümle diğer çocukların topumla oynayışlarını izlerdim. Kimsenin bir şeyi elimden almış, ya da beni ensemden tutup taç çizgisinin oraya bırakmış olmamasına rağmen, Gezi Parkı olaylarının devamını benzer duygularla taç çizgisinin kenarından izledim. Tavşan-dağ hesabı. İnsan halkına küser mi, salak? Halka küsmek değil tabi. Ama Türkiye ile aramda pek sağlıksız bir ilişki var. Ortada bana yapılmış bir haksızlık olmamasına rağmen olan bitene dair bu kadar güçlü şeyler hissediyor olmamın başka açıklaması olamaz. Türkiye’deki her şeyi son derece yakından izliyorum. Fakat Türkiye’ye dair heyecanlarımın her birisi “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” seviyesinde sıkışıp kalıyor.

Velhasılı kendi kendime böyle bir süreç yaşadım. Sonra geçti. Ama geçtikten sonra da blog’a yazmadım.

Zira Türkiye’de bütün bunlar olurken bu günlüğe yazasım gelmedi. Türkiye’de başkaldırının halen devam ettiğini bilmeme rağmen şimdi blog’a dönmüş olmamın sebebi ise kimsenin mesul olmadığı sıkıntıları artık aşmış olmam sanırım. “Sen daha olmamışsın Meren, git, sonra gel” derseniz de giderim, o ayrı.

***

Günlüğe yazmayışımın ikinci sebebi bilim insanı olma sevdalarım idi.

Günlükteki son yazıda, geliştirdiğim metotları bilim dünyasına kabul ettirmeyi “deneyesim var” demiştim. İşte bu yüzden son 7 ayımı tek bir makaleyi yayınlamaya çalışmaya ayırdım. Bu günlük yazısını şimdi yazıyor olmamın sebebi ise toplamda 2 yıllık bir hengâmenin ardından bu makalenin nihayet yayında olması. Bilim dünyası böyle… Misal ben bu günlük yazısını yazıp yayınlayacağım, ertesi sabah uyandığımda belki sizlerin yorumlarını göreceğim: anında geri dönüş! Bilimsel bir yayına geri dönüşün ise aylar, yıllar sürebildiğini yeni yeni ve epey zorlanarak idrak ediyorum. Merak edenler için, bahsettiğim makale burada (ve elbette open access):

http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/2041-210X.12114/abstract

Geçtiğimiz 7 aylık süreçte başka makaleler de yayınladım. Fakat hususi olarak bu makalenin yayınlanmış olmasına çocuk gibi seviniyor olmamın, arada düşünüp kendi kendime “eheh kikirt” filan diye şeediyor olmamın temel sebebi başta büyük bir direnç ile karşılanmış olmasına rağmen Oligotyping‘i artık kimsenin bilim literatüründen atamayacak olması. Oh canıma değsin. Evet. Özellikle de sen, Hawai’i’deki konferansta benim her dediğime burun kıvıran pirefösör! Meren gözlerini ufka dikip katmerli bir Yaşar Usta monologuna başlar. Perde. Alkışlar. Hawai’i’deki yavşak pirefösör hiç oralı değildir. Ama olsundur.

Buna paralel bir diğer gelişme de 2 yıldır doktora sonrası araştırmacı olarak çalıştığım enstitüde daha kalıcı bir pozisyona geçmiş olmam (bu enstitüde çalışmaya da hepinizin huzurlarında başlamıştım, aynen devam ediyorum). Her neyse. Özet olarak, artık ailenizin Post-Doctoral Researcher’ı değil, Assistant Research Scientist’iyim. He, kahverengisi yani? Evet, kahverengisi. Tebrikler o zaman Meren! Teşekkür ederim (ama sırf tebrik ortada kalmasın diye teşekkür edıyorum, yoksa esasında tebriklik bir durum yok, o tamamen sizin tatlılığınız).

Bu da yeni ofisim:

,

Eğer biyoenformatik, makine öğrenimi ya da hesapsal biyoloji alanlarında çalışan ve mikrobiyal ekoloji alanında deneyim sahibi olmak için ücretli izne filan çıkmayı düşünen bir bilim insanı iseniz, masanın sol tarafını sizin gibi ziyaretçiler otursun diye hususi olarak boş bırakıyorum; haberiniz olsun.

***

Yazmaya ara verişimin üçüncü ve belki de Meren kişisine en yaraşır sebebi ise makus bir sağlık problemi idi.

Bildiğiniz gibi her yıl bir yolunu bulup, başıma acil servislik bir dert açmayı beceriyorum (daha sonra okumak için bkz: Meren’in Yellowstone Dramı). Anneme söylemeyin, ama bu sefer nalları dikmeye epey yaklaşmıştım.

Hemen özetleyeyim. Şimdi burası böyle güzel ve yalnız ülkem misali üç tarafı denizlerle çevrili bir muhit olduğundan kelli, uzun süredir böyle kolayca balığa çıkabileceğim, yelkeni ile, bakımı ile fazla uğraşmadan, okyanusun nimetlerinden fazla yatırım yapmadan istifade edebileceğim bir kayık sahibi olmayı istiyordum.

Uzun bir arayışın ardından aşağıdaki kayığı buldum (Anoush‘a gösterip fikrini sormak için çektiğim video bu):

Çok matah görünmüyor olsa da kayık süper bir kayık. George Williams isimli, görünüşte mendebur, ama özünde Gandalf gibi bir amca imal ediyor bu kayıkları, ve halk arasında “George Williams Skiff” ya da “Woods Hole Skiff” diye anılıyorlar. 2 yıldır atıl vaziyette kalmış olan kayıktan kurtulmak isteyen sahibi ile kolayca anlaşıyor, sudan ucuz bir ücrete kayığı satın alıp Lois ie beraber üzerinde çalışmak için evinin önüne getiriyoruz.

Yukarıdaki videoda dikkat ettiyseniz kayık orası burası yıpranmış mavi bir boya ile boyalı.

Eğer bu kayığı suya indireceksem, ilk etapta bu boyayı temizlemem ve kayığı efendi gibi sıfırdan boyamam gerekiyordu. Birgün işten kaytarıp teknenin başına geçtim ve 8-9 saat çalıştıktan sonra yukarıdaki videoda gördüğünüz arkadaşı aşağıdaki hale getirdim:

Bana olanlar da tam olarak bundan sonra oldu.

Bu yazıyı okuyanlar arasında teknelerle haşır-neşir olanlar deniz insanları varsa eminim mevzunun nereye doğru gittiğini çok iyi biliyorlar. Kalanlar için olayı aydınlatayım.

Bu boyayı temizleme maceram teknenin alt kısmındaki bottom paint denen mereti (yukarıdaki videoda az biraz seçebilirsiniz) temizleme adımını da barındırıyordu. Bottom paint denen alçak normal boyadan farklı bir boya. Bu mendeburun amacı tekneyi gördüğü her yüzeye yapışan kaya midyesi gibi deniz yaşam formlarının istialasından korumak. Bu cibiliyetsiz boyanın bu kabiliyeti içindeki son derece zehirli maddelerden geliyor. Tahmin edebileceğiniz sebeplerle bırakın solunmasını, dokunulması bile son derece tehlikeli.

Şimdi ben bir Meren kişisi olduğum için, “okumuş adamdır, yapmaz öyle şey” diye düşünen dostlarımı bir kez daha utandırmak adına bu boya ile kendimi zehirlemeyi başardım.

İnternette bu boyayı temizlemek isteyenlere ustaların verdiği tavsiyeler şu şekilde gidiyor: “Hiç temizleme, doğrudan üstünü yeni bir bottom paint katmanı ile boya. İlla temizleyeceksen sakın zımparalama. Spatula gibi bir şey ile kazımak sureti ile temizle (diğer durumda zımpara çok küçük parçacıkların havaya karışmasına sebep olur, bu parçacıklara maruz kalırsan başına iş açarsın). Spatula ile temizlerken bile üzerine şunun gibi bir şey giy ve endüstriyel standartlarda bir respiratör tak“.

Sağ olsunlar ustalar üşenmemiş yazmışlar, ama ben elbette ustalara pabuç bırakacak bir Meren değildim. Bu yüzden evvela ustalar ne diyormuş diye bakmak yerine aldım elime bir “grinder” (zımparalama makinesi bile değil bak), tişörtümü çıkarıp saçıma bağladığım gibi giriştim boyayı çıkarmaya. İşim bittiğinde şirin baba gibi masmavi olmuştum. O anda bilmediğim şey ise son derece küçük parçalara ufalmış olan boya tanelerinin derim ve akciğerlerim üzerinden dolaşım sistemime karışıyor olduğu idi.

Madalyamı lütfen posta ile gönderin.

Ben eve gitmeye hazırlanırken, Lois de kayığın üzerini (çok uzun süre boyunca açılmayacağını bilmeksizin) komando desenli, çirkin bir müşamba ile örtüyordu.

Eve doğru araba sürerken yola sis çökmeye başladı. Sisin aslında yola değil, gözlerime çöktüğünü ise arabanın kadranının da sisli olduğunu fark edince idrak ettim. Kâbus böyle başladı işte. Eve vardığımda ateşim epey yükselmiş, üstüne epey tatsız bir öksürük rutinine bağlamıştım bile. Anoush ise aynen Yellowstone’daki bakteriyel enfeksiyon maceramda olduğu gibi beni hastanelere taşıyordu. Tarih ne kadar da tekerrürden ibaretmişti. Sonraki birkaç günü çok iyi hatırlamıyorum üzerinize afiyet.

Her neyse. Gördüğünüz gibi yine ölmedim (böyle şeyler söyleyeyim ki öldüğümde günlüğüm Ekşi Sözlük’te filan meşhur olursa gelip okuyacak teyzeler “bak merhum burada da ölümden bahsetmiş” filan desin, duygu yapsınlar).

Bu kadar hasta olmamın sebebi bakır zehirlenmesi imiş. 2013 yılında Bakır zehirlenmesi? Çok tebrikler Merenbey. Hehe teşekkür ederim.

Bakır kardeşimize benim kendimi maruz bıraktığım miktarlarda maruz kalmak epey tehlikeli imiş. Nitekim ilk maruz kaldıktan sonra takip eden ilk 10 günü aralıksız öksürerek geçirdim. ‘Aralıksız’ derken de epey ciddiyim. Yani geceleri filan da dahil olmak üzere aralıksız öksürmek dostum. İlk 10 gün içinde 20 dakikadan daha uzun süre uyumadım. Doktor House amcanın ilacından verdiler bana üzerinize afiyet. 20-30 dakikalık uyku seanslarını da ona abanışıma borçluyum. Aradan aylar geçmiş olmasına rağmen, hâlâ her sabah öksürüyorum filan. İlk haftalarda boğazım o kadar tahriş olmuştu ki, ses tellerim çok uzun bir süre boyunca vazife görmedi (işe gidecek kadar iyi hissettiğim zamanlarda bile Skype konferanslarına fısıldamak sureti ile katıldım).

MBL’de Bakır ve etkileri üstüne dünyanın en meşhur bilim insanlarından birisi ile birlikte çalışıyorum (bkz: Jonathan Gitlin). Kendisi “yapılacak bir şey yok, akciğerlerin birkaç hücre katmanından kurtulup travmayı atlatmaya çalışıyor, öksürük ondan” dedi. Öyle öksürüyorum işte.

Bu arada belki de bütün bu zehirlenme şeysinin amacı insanların fısıldayan insanlarla fısıldayarak konuşma ihtiyacı hissettiğini keşfetmekmişti. Hehe :( Evet. Adama fısıldayarak konuşuyorsun, o da sana fısıldayarak cevap veriyor. Empatiye açık mektup: lütfen bizi oyalama, varlığına gerçekten ihtiyacımız olduğunda çık karşımıza. Teşekkürler. İmza. Tarih. Mühür.

***

Tekrar kayık üzerinde çalışabilir hissettiğimde aradan bir buçuk aya yakın bir süre geçmişti. Ama sonrası çorap söküğü gibi geldi. Kayığın tabanını epoxy ile güçlendirdikten sonra boyamaya giriştim. Anoush “pembe olsun” dedi. Duyanlar “pembe olur mu be” diye o kadar çok tepki gösterdi ki başta kararsız olmama rağmen kayığı pembeye boyamaya karar verdim. Pembe de renk, mavi de renk. Eğer pembe ile diğer renkler arasına kalın çizgilier çizen sosyal ve kültürel öğretileri dikkate alan birisi olsa idim en başta kendimi bakırla zehirlemezdim. Ben bu pembenin bedelini çoktan ödedim anlayacağınız.

Velhasılı kayığı pembeye boyadım. Bence çok da güzel oldu. Hawai’i’deki pirefösere kapak olsun.

Şimdi MBL’in kenarındaki Eel Pond’da diğer kayıklarla beraber takılıyor. Kendisini görmemek mimkin değil.

İç kısmı ahşabın ömrünü uzatmak adına yağlarla işlendiği için katran karası olan, dışı ise sosyal tabulara meydan okumak için cart pembe olan kayığımız ile Woods Hole çevresindeki adalara korsan çıkartmalar yapıyor, akşam güneşinin tadını çıkarıyoruz.

Gördüğünüz gibi sapasağlamım.

***

Pembe kayığımız ile yaptığım küçük kaçamaklar dışında neredeyse bütün yazı laboratuvarda çalışarak geçirdim.

Tek bir istisna dışında.

Geçtiğimiz ay cici dostum Lois (burada bahsetmiştim kendisinden), Fransa’daki bir üniversitede asistan pirefösör pozisyonuna layık görüldü ve Woods Hole’dan ayrılma planları yapmaya başladı (Arpat pirefösör kişisinden sonra Avrupa’ya yelken açmak için bir sebep daha!).

Lois ayrılmadan önceki son haftasonu Cape Cod’un “zengin muhiti” Chatham’a gidip yelkenlisi ile kısa bir haftasonu kampı yapmak istiyordu. Benim gitmek gibi bir planım yoktu. Fakat Lois Cuma günü gelip de “Meren, senin de gelmeni çok istiyorum, ama her zaman olduğu gibi hayır deyip kalbimi kıracağını bildiğim için sormuyorum. Pazartesi günü görüşürüz artık.” deyince işler değişti. O an insanların davetlerine sürekli hayır diyen mendebur bir yaşlıya dönüşüyor oluşumdan ötürü o kadar mahcup hissettim ki Lois’e “ben de geliyorum lan” bile diyemedim (İngilizceyi hep böyle lanlı lunlu konuşurum).

Gitmek isteyip de gitmediğim yerler o kadar çok ki. Hemen aciliyet sırasına göre sayayım: Artvin, İzmir, San Fransisco, Boston, Zürih, San Diego, İstanbul. Ama Chatham’a gitmeye karar verdim işte.

Cumartesi sabahı Anoush ile beraber arabaya atladığımız gibi Lois ve tayfasının demirlediği koya doğru sürmeye başladık. Zenginleri ile ünlü oluşu yüzünden adını hep ekşi bir yüz ifadesi ile andığım Chatham’da gün dünyanın dört bir yanındaki çilelere nispet huzurla doğuyordu.

Vardığımızda Lois giller Chatham koyunun tenha bir yerine demir atmış, tekneleri birbirine bağlamıştı bile. Ortak arkadaşımız Victor teknesi ile gelip bizi otoparkın kenarındaki iskeleden alıp olay mahaline götürdü.

Tüm günü kâh o Victor’un, kâh Lois’in yelkenlisi üzerinde sohbet ederek filan geçirdik.

Akşam yemeğinden sonra 6 erişkin Victor’ın yelkenlisinin küçük kokpitindeki bir masanın çevresinde sessiz sedasız oturuyorduk. Muhtemelen diğerleri de benim gibi sakin sakin sallanan yelkenliden işi artık iyice yüzsüzlüğe vurmuş dolunayı seyrediyordu.

Ertesi gün Lois giller bizi tekrar iskeleye bırakıp, sabahın ilk ışıkları ile Woods Hole’a doğru yelken açacaklardı.

Erkenden uyanıp dışarı çıktığımda muhtemelen bu güne kadar gördüğüm en kızıl gün doğumu ile karşılaştım. Haritada bakınca Chatham’ın doğusunda Atlantik Okyanusu dışında hiçbir şey yok. Muhtemelen gündoğumunun bu kadar heybetli olmasının sırrı bu idi. Bilemiyorum.

Victor’ın yelkenlisi olay mahallinden yavaş yavaş uzaklaşırken aşağıdaki fotoğrafı çektim (daha yüksek çözünürlüklüsü burada).

***

Amerikalara fotojurnalist olsun diye gönderdik, adam kartpostal fotoğrafçısı oldu çıktı. Evet. Eski günlerimden pek eser kalmadı. Günlüğe de, fotoğrafa da yavaş yavaş döneceğim.

Hatta aklımda bir yaprak analojisi var, ama onu da sonraki yazıya bırakıyorum.