19 Ekim 2013 itibarı ile gelen güncelleme: Bu yazıyı yayınladıktan tam 2 hafta sonra kampanya amacına ulaştı! Hepinize çok teşekkür ediyorum! İlk fırsatta fotoğraf makinesini sipariş edip derli toplu bir teşekkür yazısı yazacağım. Lütfen daha fazla para göndermeyin! :) Yazının bu güncellemeden önceki orijinal hali aşağıda:

Önce özet: Kısa bir süre önce düşüp fotoğraf makinemi kırdım. Tekrar fotoğraf makinesi sahibi olabilmek için desteğinizi arıyorum. “Nasıl destek olunur ki buna” diyenler http://www.gofundme.com/4jbauo adresine gidip Donate düğmesine tıklayabilir, ya da bu adresi orada burada paylaşarak destek arayaşımda bana yardımcı olabilirler. Bu yazının ilk kısmında makinemi nasıl kırdığımı, ikinci kısmında ise neden günlüğümün okurlarından destek isteme yüzsüzlüğüne giriştiğimi okuyacaksınız (ikinci kısım için buradaysanız bu bağlantıya tıklayarak doğrudan ikinci kısma geçebilirsiniz). İlgi gösteren herkese şimdiden teşekkürler.

Halk arasında “Meren Faktörü” olarak da bilinen talihsiz olaylar silsilesinin son halkasında Meren kişisi White Mountains olarak bilinen dağlardaki yürüyüşü esnasında bir dereyi geçerken düşer. Bu düşüşün neticesinde fotoğraf makinesi, makineye takılı lensi, ve iki kaburgası kırılır (kendisi bu satırları da çok güçlü bir ağrı kesici olan Vicodin’in etkisi altında, bir Dr. House edası ile yazmaktadır).

Geçen hafta GoFundMe adresinde hayata geçen kampanya yukarıdaki paragrafla başlıyordu. Bu yazıyı yazdığım sıralarda kampanya, hedefi olan meblağın üçte birini bir araya getirmişti bile. Şu ana kadar destek olanlara gönülden teşekkür ediyorum.

Peki. Önce nasıl düştüğümü anlatayım, sonra değinmek istediğim birkaç başka şey var.

***

Benim için Artvin ne ise Anoush için de Appalachian Patikası o. Bu 3,500 kilometrelik patika ABD’nin doğusundaki dağ ve ormanları neredeyse boydan boya geçen bir yürüme yolu. Geçtiği eyaletlerdeki insanlar hafta sonu kaçamakları ya da günübirlik yürüyüşler için bu patikadan faydalanıyor. Bununla beraber her yıl birkaç yüz kişi patikanın tamamını boydan boya yürümek için ailelerini, arkadaşlarını ve profesyonel uğraşlarını geride bırakıp hayatlarını birkaç aylığına patika ile birleştiriyorlar.

Patika üzerinde hayatın basit bir rutini var. 6 ay boyunca her gün dağlarda 50-60 kilometre yürümek, akşam olunca ateş yakıp yemek pişirmek, gece ile beraber bir çadır, hamak ya da sığınakta uyku tulumuna sarılıp uyumak, sabahın ilk ışıkları ile uyanıp tekrar yola düşmek, ve bunu her gün yapmak, ve insanlar bu patikanın sağına soluna denk düşen şehirlerde şehirli olmanın gereklerine yoğunlaşırken, patikada geçen haftalar boyunca yağmur / çamur / ayı / soğuk / yokuş / dere / yemek / su dışında kalan her şeyin nasıl da önemini yitirdiğine şahit olmak elbette benzersiz bir deneyim olmalı. Dolayısıyla Anoush’un sık sık 2009’da her şeye 6 ay ara verip tamamını yürüdüğü bu patikadan bahsetmesi, ya da aynen benim herkesi Artvin’e götürmeye çalışmam gibi beni her fırsatta Appalachain patikasına götürmeye çalışması bana çok doğal geliyor. Bu nedenle -üç hafta kadar önce- “bu kadar çalışmak yeter bence” hisleri içinde olduğum bir anda Anoush ile beraber Appalachain patikasının geçtiği White Mountains bölgesine yürümeye gittik. Artvin hasretini elin dağlarıyla geçiştirmek maceralarımız kapsamında Appalachain Patikası ile yolum daha önce de Smoky Mountains dolaylarında kesişmiş, tadı damağımda kalmıştı.

apa-8

Arabamızı park ettik, sırt çantalarımızı sırtlandık, ve yürümeye başladık.

Appalachian patikası Türkiye’de olmayışını kıskandığım bir diğer ABD hadisesi. Bu patikaya dair bana anlatılan her şeyi bir araya koyduğumda, hayatımı insanlara bu tür doğal park alanları oluşturup, bu alanları ne pahasına olursa olsun korumanın önemini anlatmaya adamak filan istiyorum. Belki ilerde. Belli mi olur.

Birkaç kilometre yürüdükten sonra patika boyunca belirli aralıklarla serpiştirilmiş sığınaklardan birisine varıyoruz. Bu sığınaklar üç tarafı duvarlarla çevrili, içinde hiçbir şey olmayan basit yapılar. Yani çok afedersini bir ayı gelse “dur bana barınanları yarı yolda bırakmayayım şimdi” diyerek ayıyı içeri almayacak bir durumu yok. Bu sığınaklar patikayı yürüyenlerin patikayı yürüyen diğer kişilerle tanışıp kaynaşma noktaları. Zira bir grup Kuzey, diğer grup Güney istikametine yürüyor ise bu sığınaklarda karşılaşıp tanışıyor, birbirlerine ‘patika’ hikayeleri anlatmaya koyuluyorlar. Ayrıca bu sığınaklar içinde buralarda duraklayan insanların doldurduğu yolcu günlükleri var filan. Bildiğin sosyalleşme şeysi.

Sığınağa vardığımızda 4-5 kişilik bir kafile ile karşılaşıyoruz. Yorgun argın ateş yakma, yemek hazırlama telaşındalar. Anoush hemen bu kitle ile merhabalaşma, “ee sen neredensin bakim? ya sen? senin adın ne çıcığım?” türünden sorgu sualler üzerinden tanışma faslına girişiyor. Bazı insanlar çok iyi beceriyorlar bu işleri.

Ben ise ilk tanışmalarda çok asosyal bir insan olduğum için içimden “e iyi o zaman madem ben de mesela çadırı filan kurayım di mi” diyerek olay mahalinden uzaklaşıyorum.

apa-10

Biraz yürüdükten sonra çadır için makul bir yer buluyorum. Şehre biraz uzak, ama çadırın yeri çok güzel (‘şehir’ dediği de ‘barınak’ bu arada .. adam bildiğin hasta).

cad-1

Çadırı kurduktan sonra ellerim cebimde sığınak alanına geri dönüyorum. Eski defterler açılmış, Anoush 2009 yılı maceralarından daha önce dinlemediğim birisini anlatıyor:

– (…) neyse işte, o gün bunlar gene beni bırakıp “biz devam edeceğiz, seninle bir sonraki barınakta buluşuruz” diye yola devam ettiler iyi mi.

– Eee?

– E ben böyle tek başıma kaldım. Hava yine böyle yağmurlu. Neyse. Makarna yapmak için dereye su almaya indim. Geri kamp yerine doğru yürüyorum böyle

– Ayı gelmiş deme!

– Ayı gelmiş adamım! Eleman bildiğin oturmuş benim yiyecek çantasını açmaya çalışıyor orada…

– Ohaaa!! Kaçsaydın direk dereye?

– Ne kaçacağım ayol. Ben bağırdım çağırdım buna önce. Uzaktan el kol hareketleri filan. Ayı şöyle arkasını dönüp bana bir baktı, sonra hiçbir şey yok gibi işine döndü.

– Taş attım deme!

– Yok ya, keşke. O sinirle çıkarıp ayakkabımı fırlattım ben buna.

– (gülüşmeler)

– Ayı ayakkabıyı kaptığı gibi yiyecek torbamla beraber kaçmaya başlasın mı.

– (gülüşmelere devam)

– Yapayalnız, yemeksiz ve tek ayakkabı ile kaldım. Ertesi gün bizimkilere yetişince canlarına okudum tabi.

Patika hikaye dolu. Benim patikaya dair anlatacağım bir şey olmadığı için olaylara dinleyici olarak iştirak etmeyi yeğliyorum.

Fakat insanların asosyalliğe tahammülü yok. Onlar bana ufaktan soru sormaya başlıyorlar. Küçükten tanışaya başlıyoruz. Hepsi aylardır patikayı yürüyen, bambaşka geçmişlerden gelen genç insanlar. Bu gençlerden birisi “Lost”.

apa-17

Lost kişisi, habire bir şeylerini kaybettiği için bu lakaba layık görülmüş. Lakaplar patikanın bir geleneği (bu lakaplar için “trail name” diyorlar; Anoush’un lakabı da, sürekli düşmenin bir yolunu bulduğu için Miss Step olarak kalmış mesela, patikadan tanıdığı herkes onu öyle biliyor). Lost kişisini diğer kişilerimizden ayıran özelliği çok sürpriz: adam bildiğin Türkçe biliyor. Türkiye’den olduğumu öğrendikten sonra bana son derece düzgün bir Türkçe aksanı ile “Türkiye’nin neresinden geliyorsunuz” diye sorduğunda yüzümdeki ifadeyi az çok tahmin edebilirsiniz. Tek tük Türkçe kelime öğrenmiş Amerikalılar az rastlanır olmasa da, bir Amerikalının bu kadar düzgün Türkçe konuşuyor olması hiç sık rastlanır bir şey değil. Meğer babası Amerikalı olan Lost’un annesi Türkiyeli imiş, ve Lost kardeşimiz yazlarının hemen hepsini Türkiye’de geçirmiş. Lost’un gerçek adı lakabından da süper: “Reis”. Belli ki anne olaya el koymuş. Çok iyi etmişsin teyzecim.

Fırsat bu fırsat “Neden bu patikayı yürüyorsun” diye sordum Reis’e. “Ben İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyorum, mezun olduktan sonra öğretmenlik yapmak istiyorum. Ama hayat deneyimi olmayan birisi başkalarına nasıl ilham verebilir ki? Bu patika benim hayat deneyimim, ilerde başkalarına öğreteceğim şeyleri öğreniyorum” dedi (aşağı-yukarı). Reis’i dinlerken günün birinde patikanın bir yerine ışık setim ile kamp kurup, geçen herkesle fotoröportaj yapmayı ne kadar çok istediğimi fark ettim. Belki ilerde bir gün.

Gece oldu. Herkes uyku tulumlarına dağıldı.

Yolumuz çok uzun olduğu için ertesi sabah erkenden yola düştük. Aşağıdaki, sadece kısa bir süre sonra başına geleceklerden habersiz olan ben kişisi:

apa-15

Anoush ile yürümeye koyulduktan makul bir süre sonra karşımıza bir dere çıktı. Taşlardan seke seke karşıya geçeceğiz. Tam derenin ortasında iken Anoush “ya çok güzel burası, bi fotoğraf çeksene” dedi. Normalde Meren’den bu tür taleplerde bulunmak yasak. Fakat o gün özel bir durum söz konusu. Teybi bir gün geriye saralım. Arabayı geride bırakıp patikada yürümeye başladıktan birkaç kilometre sonra Anoush bas-çek tipi fotoğraf makinesini arabada unuttuğunu fark etti ve geri dönüp bir koşu makineyi almak istedi. Benim de hiç vakit kaybedesim yok bu arada. “E benim fotoğraf makinem ile çekersin” dedim. “Ama sen siliyorsun onları hep” dedi. Haklı kız :( “O zaman,” dedim, “önümüzdeki 5 gün için sana tam 20 fotoğraf kredisi veriyorum. İstediğin 20 fotoğrafı sorgusuz sualsiz çekeceğim, sonra da silmeden sana teslim edeceğim. Ne dersin?“. “Anlaştık :)“. Medeni iki insan gibi tokalaştık ve yürümeye devam ettik. Bu yüzden dereyse dere, martıysa martı, kayıksa kayık. Çekeceğim. Bu yüzden Anoush’un “dere fotoğrafı” talimatı üzerine fotoğraf makinemi elime aldım ve aşağıdaki fotoğrafı çektim:

apa-20

O an bilmediğim şey ise bu fotoğrafın bu makine ile çektiğim son fotoğraf olacağı idi.

Fotoğrafı çektikten sonra makineyi yeniden çantaya iliştirmek yerine dereyi geçmeye devam etme işine döndüm.

Bu aşamada sol elimde fotoğraf makinesini tutuyorum, sağ elim ise epey ağır olan sırt çantasının askısında. Üzerinde durduğum taştan diğer taşa sektiğimde artık hepinizin tahmin ettiği üzere ayağım kaydı ve Saddam’ın heykeli gibi tek el havada düşmeye başadım. Burada bi’ donduralım Uğurcuğum, bu el meselesini biraz açayım. Evet. Düşen kişi refleksi ellerini vücudunun önünde yere koymaktır. Nitekim bu sayede çarpmanın etkisi azalır, kişinin bedeninin gideceği yer ile ilgili kontrolü artar filan. Fakat benim fotoğraf makinelerini kurtarma refleksim canımı kurtarma refleksimden daha öncelikli (günlüğü uzun süredir takip edenler 2009’da geçirdiğim küçük trafik kazasının ardından yere kapaklandığımda fotoğraf makinesini nasıl kurtardığımı hatırlar belki). Dolayısıyla düşerken fotoğraf makinesini tutan elim makineyi kurtarmak adına roket gibi havalanıyor. Göz açıp kapayana kadar gerçekleşen bu hadise esnasında sağ el de çantanın askısında kilitlenmiş durumda. Tamam. Oynatalım Uğurcuğum. Videonun devamında bendeniz büyükçe bir taşın çıkıntısının üzerine düşüyorum. Taşın çıkıntısı tam kalbimin hizasında göğüs kafesime çarpıyor. İki kaburga kemiğini orada harcıyoruz üzerinize afiyet. Kaburgalarımdan gelen sesten daha korkunç olan ses ise lensin UV filtresinin kırılma sesi. Kendimi kurtaramadığım gibi makineyi de kurtaramıyorum.

Bunları geçen gün arkadaşımdan ödünç aldığım makine ile çektim:

d700-1

d700-2

Lensin diyaframı yerinden çıkmış durumda. Bütün yüzükler birbirine geçmiş, plastik hazne boydan boya çatlamış. Lens tamamen meftah. Fakat işin daha acısı elbette gövdenin akıbeti:

d700-4

Çarpmanın etkis ile ayna rayını kırmış. Dahası, makine On/Off düğmesine tepki vermiyor. Velhasılı dağ gibi Nikon D700 de sizlere ömür.

Artık epey iyi hissediyor, ağrı kesici olmadan dahi uyuyabiliyorum (beş kasım ikibinonüç. sevgili günlük. bugün iki kez güldüm, bir kez hapşırdım, bir kez düşen anahtarımı yerden aldım, bir de sabah yataktan kalktım. her birisi ayrı işkence idi. hepsinin boyu devrilsin). Kaburgaların çaresine ben bakıyorum. Fakat fotoğraf makinesi konusunda elim kolum bağlı durumda

Fotoğraf makinesi kırıldıktan sonra oturdum, kara kara düşündüm. Ve aklıma siz geldiniz. Çok sağ ol Meren yaa.

Asıl siz sağ olun arkadaşlar!

 

 ***

Neden fotoğraf makinesi konusunda günlüğün okurlarından destek istiyorum?

Bunun birkaç yanıtı var. Bu yanıtlara geçmeden önce sizlerden böyle bir talepte bulunmaktan ötürü hem utanç, hem de tarifi zor bir heyecan duyduğumu ifade etmek isterim. İkisinin de gerekçeleri aşağıda.

Gerekçelerden önce gerçekler: Profesyonel bir fotoğrafçı olmadığım için fotoğraftan doğrudan bir gelir elde etmiyorum. Kırılan fotoğraf makinemi ve lensimi de yıllar önce gerçekleştirdiğim fotoğraf projelerine borçluyum. Öte yandan mesleğim ‘bilim insanlığı’ olduğu için, hayatımda bir ‘hobi’ olarak yer alan fotoğraf gereçleri benim için ‘lüks’. Hobiler kendi paralarını kendi kazanabilirler elbet, fakat bilim insanlığı neredeyse tüm vaktimi aldığı için fotoğraf projeleri tamamlayıp insanlara eskiden olduğu gibi fotoğraf ekipmanı aldırmam mümkün değil. Velhasılı, kırılan fotoğraf makinem ve lensimi makul bir gelecekte yerine koymam pek mümkün görünmüyor. Öte yandan bu günlükte 2006 yılından beri fotoğraflı yazılar yazıyorum. Günlüğümün okurlarından pasif yollarla gelir elde etmek fikri beni rahatsız ettiği için -sunucu masraflarını karşılamak için bile olsa- günlüğümden reklamlar üzerinden gelir elde etmekten, ya da “şu konuda yazmak için ne kadar istiyorsunuz” türünden sorular soran insanlardan itina ile uzak durdum. Bunun getirisi sizlerin güveni ve ilgisi oldu, ve yine olsa yine böyle yaparım (hatta şu an öyle, ve hâlâ böyle yapıyorum). Bununla beraber pratik olarak Nikon D700’ün tamirinin mümkün olmadığını öğrendiğimde iki alternatifim vardı: ya ikinci bir emre kadar sessiz sedasız fotoğraf makinesiz ve günlüksüz bir yaşantıya ayak uyduracak, ya da günlüğün okurlarını durumdan haberdar edip onların bu konuda nabzını yoklayacaktım.

İkincisini seçtim.

Bu kampanyadan ötürü utanç duyuyor olmamın sebebi günlüğümün okurlarının büyük bir kısmının öğrenci olduğunun farkında oluşum (moda günlüğü tutmuyoz sonuçta). Kimsenin bu satırları okuyup “keşke durumum imkân verseydi” diye iç geçirmesini istemiyorum. En nihayetinde sizlerin yazdıkarımı okuyor oluşunuzun verdiği manevi destek maddi desteğin çok ötesinde. Hepiniz kazık kadar insnanlarsınız, ne yapacağınızı pek iyi bilirsiniz, ama yine de söyleyeyim: Lütfen kendinizi zora sokmayın.

Bu kampanyaya dair bir heyecan duyuyor olmamın gerekçesi ise bu sürecin bir anlamda bu günlüğü kamulaştırıyor olması. Tek yazarı ben olacak olsam da, bu sayfalar salt bana ait olmaktan çıkıyorlar. Hatta kampanya sayfasını açtıktan kısa bir süre sonra Evren Ergun’un yaptığı ilk bağış ile bu geçiş gerçekleşti bile. Benim için önem taşıyan bu günlüğün sahipliğini günlüğün okurları paylaşıyor olma fikri benim için çok değerli. Bu yükü sizinle paylaşmak yerine belki şirketlerin PR departmanlarının sosyal medya merakından faydalanabilirdim mesela. Ne bileyim, gidip Nikon’un kapısını çalabilir, ya da “bizim şirket ile ilgili şöyle bir yazı yazar mısınız” isteklerinden birisine olumlu yanıt verip kendime bir fotoğraf makinesi aldırabilirdim bir ihtimal. Fakat ben bizim bunu kendi aramızda çözme ihtimalimizi sevdim. Öte yandan itiraf etmeliyim ki eğer bu deneysel girişimim başarı ile sonuçlanırsa bunun beraberinde getireceği sorumluluğun sınırlarını da uzun uzadıya düşünmüş değilim. Fakat “hani fotoğraf makinem kırılmıştı ya, günlüğümün okurları yeni bir makine için bana destek oldular” deme fikri bana harika duyuluyor.

Başka lenslerim de olduğu için lensi yerine koymasam da olur. Dolayısıyla bu kampanyanın hedefi sadece bir D600 gövde almak (kampanya sayfasında yazan rakam D600’ün Amazon.com’daki satış fiyatı). D700’ün yerine D600 almaya çalışıyor olmamın sebebi ise, artık çok eski olan Nikon D700’ün, kendisinden daha yeni -ve kimi açılardan daha iyi olan- D600’den 2,000 dolar daha pahalı olması.

Durum budur arkadaşlar.

Hepinizi her koşulda öpüyor, şu ana kadar maddi veya manevi destek olmuş herkese teşekkür ediyorum.